- 610
610 civarında. Hz. Muhammed kırk yaşına yaklaştığında kendisinde daha önce görülmeyen bazı haller ortaya çıkmaya başlamıştı. Yalnız kalma ve tefekküre dalma arzusuyla Hira mağarasına gitmeye ve orada azığı bitinceye kadar kalmaya başladı. Burada kendisinde ortaya çıkan yeni halleri anlamaya çalışıyor ve Allah’a ibadet ediyordu. Dört beş yıl kadar sürdüğü tahmin edilen (İbn Hişâm, I, 263-267; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 77-84) bu hazırlık döneminin ardından vahiy meleği Cebrâil ilk defa yanına gelerek ona “oku” dedi. “Ben okuma bilmem” cevabını verince melek onu kavrayarak iyice sıktı ve bıraktı. Sonra yine “oku” dedi. Hz. Muhammed yine, “Ben okuma bilmem” deyince melek yeniden onu sıktı ve bıraktı. Aynı cevap üzerine Cebrâil kendisini üçüncü defa sıkıp bıraktıktan sonra,
“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla! O, insanı “alâk”dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Kur’an, Alâk suresi 1-5)
Muhammed'e inen ilk beş ayet bize kalemle yazmayı, okumayı öğreten Allah’ın, İnsan’a bilmediğini öğreteceğini söylüyor. “Ham ervâh (can, hayâtın cevheri) olarak yaratıldığımızdan bize Kamil İnsan olma Yol’unu” yani İslam’ın iniş amaçını gösteriyor.
Kur'ân-ı Kerîm kendisinin, bir âyette ramazan ayında, bir başka âyette mübarek bir gecede, bir diğerinde de Kadir gecesinde inmeye başladığını haber vermektedir (bk. el-Bakara 2/185; ed-Duhân 44/1-3; el-Kadr 97/1). Kadir gecesinin ramazan ayında mübarek bir gece olduğu göz önünde tutulursa, âyetler arasında bir çelişkinin de bulunmadığı anlaşılacaktır.
Kur’ân, diğer semavî kitaplar gibi bir defada indirilmedi. Hz. Peygamber’in peygamberlik süresini içeren yirmi üç yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Azar azar nüzûl etmesinin hikmeti olarak farklı gerekçeler ileri sürülmektedir:
“İnkâr edenler: ‘Kur’ân ona bir defada indirilmeli değil miydi?’ dediler. Biz
onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için onu böyle (parça parça indirdik) ve onu ağır ağır okuduk.” (Furkan, 25/32).
“Onu, insanlara ağır ağır okuman için, okuma parçalarına ayırdık ve onu azar azar indirdik.” (İsra, 17/106).
Bu demektir ki Kur’ân, hem Hz. Peygamber’in hem de insanların anlayıp kavrayabilmeleri için, peyderpey, parçalar halinde ve yavaş yavaş indirilmiştir.
- 622 Medine Vesikası:
-622 Medine Vesikası: Hz. Peygamber’in, 622 tarihinde Medine‘ye hicret etmesinden sonra; birinci bölümü Müslümanların kendi aralarında, ikinci bölümü ise Müslümanlarla Medine‘nin merkezinde ve civarında yaşayan bir takım Musevi kabileleri arasında geçerli olmak üzere, yazdırdığı rivayet edilen ve günümüzde “Medine Vesikası” ismiyle tanınan iki bölümlük sözleşme, ilk yazılı anayasa olarak kabul edilmektedir. Bu tarihi belgeyi bir bütün halinde bize aktaran en eski kaynak İbn Hişam’ın “el-Siretü’n nebeviyye” isimli eseridir. O bunu, hocası İbn İshak’tan aktarmıştır. “Medine Vesikası”nın tarihi belge olarak varlığı, metin yapısı, yazılış tarihi ve hukuki değeri etrafında da bir takım tartışmalar bulunmaktadır. Bu tartışmaları bir kenara bırakırsak “Medine Vesikası”, klasik kaynaklarda düz bir metin halinde yer almakta olup, ilk defa Julius Wellhausen (1844-1918) onu 47 maddelik bir kanun formunda tanzim etmiş ve bu şekliyle yayınlamıştır. Ayrıca, Vesikaya atıf yapan Türkçe çalışmaların çoğunda, Muhammed Hamidullah’ın (1908-2002) Fransızca olarak kaleme aldığı “Le Prophete de l’İslam” adlı eserinin Salih Tuğ tarafından yapılmış olan tercümesi esas alınmıştır.
“Medine Vesikası”nın Aleviler için önemi değişik aşiret yapısında, değişik kültür ve dinî inançlarda olan toplulukların eşit haklarla birlikte yaşama isteğinin yazılı sözleşme şartlarıyla ifade edilerek yasal hale dönüştürülmesidir.
- 17 Mart 632 veya Hicrî Zilhicce Ayı'nın 18.ci günü Gadir Hum:
17 Mart 632 veya Hicrî Zilhicce Ayı'nın 18.ci günü Gadir Hum: İslam tarihinde Aleviliğin çıkış noktası Veda haccı dönüşünde Gadir Hum’da yaptığı konuşmadadır.
Peygamberimiz Muhammed Mustafa Veda Haccından, Mekke’den dönerken Yüce Allah’tan şu ayet indirildi:
“Ey Resül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide 5;67).
Hazret-i Muhammed bu emri alınca, ileri gitmiş olanları çağırtı. Gadir Hum denilen bir yerde, beraberinde olan yüzbin’in üzerindeki sahabesini bir araya toplar. Sunnî ve Alevî dinbilimcileri tarafından gerçek olduğu kabul edilen hadise göre Hz. Muhammed, Hz. Ali’yi yanına çağırdı, kürsüye çıkarıp sağ yanına aldı ve yüksek bir sesle şöyle buyurdular (Hanbeli'lerin imami Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, s. 368 eserinden tercüme ve Buharî, Ebu Muslim,vb.. gibi 40 hadis yazarıyla bin kadar da nakli delil getirilerek doğrulanan hadise göre):
Resulullah: "Allah-u Teala benim mevlamdır, ben de mü'minlerin mevlasıyım; ben onlara kendilerinden daha evlayım(yakınım). Öyleyse ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır"
Resulullah bu cümleyi üç defa tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdular:
Resulullah :"Allah'ım, onunla dost olana dost, ona düşman olana düşman ol; onu seveni sev, ona buğzedene (nefret edene) buğzet; ona yardım edene yardım et, ondan yardımını esirgeyenden yardımını esirge; o nereye dönerse hakkı onunla döndür. Biliniz ki, bu sözleri hazır olanlar hazır olmayanlara bildirmelidirler. "
Halk henüz dağılmadan Allah-u Teala şu ayeti indirdi:
"Bu gün dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim." (Maide 5;3)
Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdular:
"Allah-u Ekber! Din kemale erdi, nimet tamamlandı, Allah benim risaletime ve benden sonra Ali'nin velayetine ran (hüküm sürücü) oldu."
Gadir Hum hutbesiyle Muhammed, kendisinden sonra imam olacak şahsı tüm insanlara açık bir şekilde tebliğ etmiş, bu olayı orada olmayanlara aktarılmasını emretmiştir. Aleviliğin aslı Gadir Hum’dadır ve Alevilik buradan başlamıştır.
- 8 Haziran 632 Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesi:
8 Haziran 632 Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesi: Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesinden sonra Hz. Ali taraftarları Gadir Hum hutbesine dayanarak halifeliğin Hz. Ali’ye geçmesini beklediler. Beni Saida çardağında ise Ebu Bekir ve Ömer dine ve Muhammed’in mirasına sırt çevirerek dinsel bir devamlılık sağlayacak halifelik seçimini siyasî güç dengelerinin belirlendiği bir iktidar savaşına dönüştürdüler. Ali taraftarları Ebu Bekir’in sonrada Ömer ve Osman’ın halifeliğini reddettiler. Böylece siyasi muhalefet ve daha sonrada İslam’da inanç ayrışması ve bölünme başladı.
Bu duruma karşı Osman’ın halifeliği sırasında Hz. Ali hislerini şöyle ifade ediyor:
“ Acı bir çok olaya, istemeye istemeye ve iğrenerek sabır gösterdim. Hayret! Allah’ın dinini inkâr etmek için öylesine yalan söyleniyor ki, insanın şaşkınlık ve üzüntüden saçları ağırıyor. İnsanın kulağına çalınan ve gözüne kara vuran şeyleri Peygamber duysaydı, asla rıza göstermezdi.” ( 1044 te Ebu’l Kasım tarafından derlenmiş Ali Divan’nında sayfa 97; no.763-765 (çev. Vedat Atila 1990)
- 651 / - 656
-651 den itibaren Mısır, Basra ve Küfe’de Osman’a karşı ilk Ali taraftarları isyanları ve Şiat-ü Ali yapılanmasının başlangıçı: Abdullah ibn Saba ve Sabaîler.
Sabaîler Hz. Ali’de Tanrısal özün saklı olduğuna ve bu özün Ali soyuna geçtiğine sonrada her birinde Ali’nin dolayısıyla Tanrı’nın tecelli ettiğine inanırlar. Sabaîlik daha sonra değişik isimlerde devam etti. (bak Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin (ö. 922) “Fıraku’ş-Şî’a” adlı Şiîliğinin ilk üç asırlık tarihine ışık tutan eseri).
656 Mısırdaki ayaklanmada isyancıların Medine üzerine yürümesi, şehre girmesi ve halife Osman’ın evini kuşatarak öldürülmeleri sonrası 23 haziran 656 da Medine halkının Ali’ye biat etmesi ve halife yapması.
- 656 Cemel Savaşı.
656 Cemel Savaşı. Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle ortaya çıkan karışıklığın, Hz. Ali'nin halife tayin edilmesiyle nisbeten hafiflediği görülmüş ve müslümanlar çoğunlukla Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdi. Muhammed 'in dul eşi Aişe, Zübeyr, Tâlha ve Şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerin başında geliyorlardı. Bunların Hz. Ali'ye bey'at etmemelerinde Osman'ın öldürülmesi olayının Hz. Ali taraftarlarınca gerçekleştirildiği görüşü rol oynuyordu. Ancak Hz. Ali bu olaylarla uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, kendisine bey'at etmeyenlerin müslümanlar arasına nifak soktuklarını ifade etti. Halife Ali bin Ebu Talib ile Aişe ve taraftarları Basra'da karşılaştılar. Cemel savaşı müslümanların arasındaki ilk iç savaş olarak bilinir. Savaş Halife Ali bin Ebu Talib'in zaferi ile son buldu. Savaşta Aişe'nin müttefiklerinden Zübeyr bin Avvam ve Talha bin Ubeydullah öldürüldü, Aişe ise Ali tarafından Medine'ye gönderildi.
- 657 Sıffın Savaşı ve Hakem olayı.
657 Sıffın Savaşı ve Hakem olayı. Cemel savaşı sonrası Muaviye Hz. Ali’ye karşı daha da muhalif olmuştu. Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye beyat almak amacıyla göndermiş ve müslümanların Cemel vak'asındaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemiş ama bir sonuca varılamamıştı. Bu görüşmeler esnasında yaşanan Ali “Kişinin hukuku hiçbir şeye feda edilemez” diyerek Hz. Osman’ın gerçek katillerinin bulunup cezalandırılması fikrini savunurken, Muaviye “ Milletin selameti için kulun hukuku feda edilir” diyerek tüm isyancı grubun öldürülmesi fikrini savunuyordu. Bu görüş farkı ve Ali’nin halifeliğine karşı olması savaşın başlama nedeniydi. 657 yılında, Fırat’ın kıyısına yakın Rakka’nın doğusunda Sıffin ovasında Hz. Ali (r.a) ve Muaviye’nin orduları karşı karşıya gelmişlerdir.
Kanlı geçen savaşı Hz. Ali kazanmak üzereyken Muaviye’nin ordusu hileye başvurdu. Mızrakların üzerine Kur’an ayetlerini asıp “ Aramızda Kur’an hakem olsun” diye Hz. Ali’nin askerlerine bağırıyorlardı. Hz. Ali (r.a) bunun savaş hilesi olduğunu anlayıp askerlerine savaşmalarını emrettiyse de söz geçiremedi. ve Hakem Olayı yaşandı.
İbnü'l-Esîr olayı özetle şöyle anlatır: İki hakem; Ebû Musa Abdullah b. Kays el-Eş'ârî ve Amr b. el-Âs el-Kureyşî, Allah'ın kitabında ne bulurlarsa onunla amel edeceklerdir. Allah'ın kitabında bulamadıklarını, bir araya getirici âdil sünnette arayacaklardı.İki hakem yetkilerini gösteren sahifeleri alarak Ramazan 37 H. (M. 657)'de bir araya geldiler. Erzuh'ta Dumetü'l-Cendel'de her iki taraftan dörtyüzer kişilik birer grup hakem kararını almak üzere toplantıya katıldı.
Hem Hz. Ali hem de Muâviye'ye bey'at edilmemesi gerektiğine inanarak fikir birliğine vardılar. O halde yeni halife müslümanlar tarafından seçilmeliydi. Şimdi yapılacak iş bu kararlarını müslümanlara bildirmeye gelmişti. Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebû Musa minbere çıktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra "Ey nas! Biz ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim, hem de Amr'ın görüşü şudur: Hz. Ali ve Muâviye'yi hilâfetten uzaklaştırmak ve ümmetin kendisinin istediği birisini hafife tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muâviyeyi hilâfet görevinden alıyorum" dedi. Sıra Amr'a gelince O da minbere çıktı ve şöyle konuştu; "Şüphesiz Ebû Musa'nın söylediklerini duydunuz. O Ali'yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muâviye'yi halife tayin ettim" deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebû Musa derhal itiraz ederek " Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın" diyerek orayı terketti.
Ebû Musa bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklaşmak amacıyla Mekke'ye giderek orada yalnız başına yaşamayı tercih etti. Bu olay üzerine müslümanlar dağılmış, Muâviye kendisini meşrü halife ilan ederek İslâm tarihinde çift halife dönemi başlamıştır. Bu durum Hz. Hasan'ın halifeliği kendi rızasıyla vermesine kadar devam etmiştir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muâviye'yi meşru halife olarak tanımamış, şehîd edilinceye kadar Şam hariç bütün müslümanlarca halife olarak kabul edilmiştir.
Bu savaş sonucunda ortaya çıkan Hariciler hem Ali’ye ’a hem de Muaviye ‘nin halifelik isteğine karşı çıkıyorlardı. Haricilerin daha sonrasında Hz. Ali’yi şehit etmesiyle Muaviye’nin Halife olabilmesi için önünde bir engel kalmadı ve böylece Halifelik Emevi hanedanlığına geçti.
- 24 Ocak 661 Şah-ı merdan imam Ali’nin şehit edilmesi
24 Ocak 661 Şah-ı merdan imam Ali’nin şehit edilmesi.Şah-ı merdan imam Ali hicretin 40. yılı ramazan ayının 19. günü İbni Mülcem adlı bir Harici tarafından evi’nin önünde saldırıya uğradı ve zehirli kılıçla darbe alarak ramazanın 21. günü de Şahadet şerbetini içti, Hakk ile Hakk oldu.
İmam Cafer Sadık’ın ömrünün son yıllarına kadar mezarın yeri gizli tutulmuş, bu süre zarfında imamlar ve ashaptan seçkin bir grup insan dışında Hz. Ali’nin mezar-ı şeriflerinin nerede bulunduğundan hiç kimsenin haberi olmamıştır.
Hz. Ali’nin (a.s) şahadetinden sonra, İmam Hasan, Ramazanın 21. gecesi göstermelik bir cenaze töreni düzenlemiş, karanlık basınca cenazeyi yine tedbirlerle yola çıkararak Medine’ye götürmelerini söylemiştir. Böylece halk, Hz. Ali’nin Medine’de defnedildiğini sandı. Bu süre zarfında Hz. Ali’nin evlatları, defin merasimine katılan belli bir grup ve Ehl-i Beyt’in has taraftarlarından başka hiç kimse onun mezarının yerini bilmedi. Mezarın yerini bilen bu şahıslar Kufe yakınlarında bulunan (bugünkü Necef’te) kabr-i şerifi ziyaret etmedeydiler. İmam Cafer Sadık döneminde hariciler dağılıp da bu tehlike ortadan kalkınca, imam Cafer Sadık Safvan’a kabrin yerini belli edecek bir alamet konulmasını söylediler, bunun üzerine mezar, çardağa benzer bir gölgelikle belirlendi. Bu tarihten itibaren halk mezarın yerini öğrenmiş ve ziyaret edebilmiştir.
Hz. Ali’nin (a.s) cenaze törenine de ancak seçkin ashabdan oluşan az sayıda bir grup katılabilmişti. Emir-ül Mü’minin’in has ashabından olan, onun huzurunda konuşmalar yapan, dönemin tanınmış edebiyatçı ve hatiplerinden Sa’saa b. Suhan cenaze merasimine katılanlardan biridir. Cahiz’in “el-Beyan vet-Tebyin” adlı eserinde ondan etraflıca söz eder:
Hz. Ali defnedildiğinde cenaze töreninde hazır bulunan herkesi derin bir üzüntü ve hüzün sarmış herkes ağlamaya başlamıştı. Bu sırada orada bulunan ve iyi hatip olan Sa’saa b. Suhan, yüreği hüzün ve kederle dolu bir halde ağlayarak kabrin toprağından bir avuç alıp başına serper ve elini kalbinin üzerine koyup çok sevdiği bu insanın mezarı başında ona içini dökerek şöyle der: “Ne mutlu sana… Saadetle yaşadın, saadetle de göçüp gittin dünyadan. Allah’ın evine geldin dünyaya gelirken… Allah’ın evinde doğdun, Allah’ın evinde de şehit oldun nihayet… Ey Ali! Ne de büyüktün sen; ve bizler senin karşında ne kadar da küçüktük gerçekten… Allah’a yemin ederim ki eğer insanlar senin gösterdiğin yoldan gitmiş olsalardı nimetler (maddi ve manevi) yukarıdan (ilahi) ve aşağıdan (tabii) kaynayıp dökülürdü onlara… Fakat ne yazık ki halk, kıymetini bilemedi senin… Sana uyacakları, buyruklarına göre amel edecekleri yerde üzdüler seni, yüreğini kana boğdular, sonunda da işte bu hale düşürdüler, öldürüp toprağın bağrına verdiler seni…”
- 10 ekim 680 Kerbela katliamı
10 ekim 680 Kerbela katliamı: İslam tarihinde korkunç ve dengesiz bir siyasal olay olan Hz. Hüseyin ve yakınlarının Kerbela’da katledildiler. Pîr Sultan Abdal Kerbela’nı önemini “Şah-ı Kerbela'da doğan Ali'yim” diyerek şu dörtlükle belirtti:
İmam Rıza'nın ben envarıyım
Şah-ı Kerbela'da doğan Ali'yim
Münkirin yezidin Azrail'iyim
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
İmam Hüseyin Küfe’ye gitmek üzere Mekke’den ayrıldığı 10 Eylül 680 günü, bilgi edinmek için önceden yolladığı Müslim Akil öldürülmüştü. 54 yaşında bulunan Hüseyin yola çıktığında yanında ailesinden 18 ve yandaşlarında 54 toplam 72 silahlı vardı. Gerisi kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Şam halifesi Yezid’in, 4 bin kişilik ordusuyla, suyu ve yiyeceği tükenmiş Hüseyin ve adamlarını kuşattı. 10 Muharrem Çarşamba günü (10 Ekim 680) şafakla birlikte saldırı başladı. Bu bir imha savaşıydı, bir soyun kırımıydı. Tarihin o ana kadar eşi görülmemiş dengesizlikte ve kural tanımayan bir çarpışmasıydı.Hüseyin’in akrabaları ve sadık adamlarının hepsi de yiğitçe dövüşerek şehit oldular. Kerbela katliamı o zamana kadar var olan Alevi hareketinin Şia’t-ü Ali olarak kurumsallaşmasına yol açan önemli bir olay oldu. Bu sebepten Pîr Sultan Abdal “Şah-ı Kerbela'da doğan Ali'yim” diyerek bu tarihi Aleviliğin bilinçli bir yeni doğuşu olarak görür.
-740 İslam içinde Ehl-i Beyt’in başlattığı ilk inançsal «fırka»
740 İslam içinde Ehl-i Beyt’in başlattığı ilk inançsal «fırka» (küme, topluluk): Kerbela katliamından ve isyanlarla Hz. Hüseyin’in katilleri öldürüldükten sonra İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd bin Ali (ö.740)de Ehl-i Beyt’ten ilk isyan eden oldu. Aynı zamanda da ilk defa bir «alevi» dinbilimi geliştiren oldu. Bu girişe sonradan Zeydilik dendi. İsyan sonunda öldürülünce oğlu Yahya mücadelesini devam ettirdi ve Zeydîliğin yayılmasını sağladı. Bir fıkıh bilgini olan İmam Zeyd’in fıkıh anlayışı ve felsefesini geliştirdiği Zeydilik akımı birçok bakımdan Mutezile'nin ortaya attığı ilkelere (örneğin Kuran'ın yaratılmış, yani yazılmış olduğu düşüncesine) dayanır. Bunun yanında Zeyd, ilk iki halifeyi kabul etmekle taraftarları arasında ayrışmaya sebep oldu. İyi bir örgütcü olan Zeyd, taraftarlarına “Kuran ve Muhammed'in buyrukları aynen uygulanacak (demek ki O’na göre uygulanmıyordu), önce ezilmekte olan zayıflar korumaya alınacak ve adil olmayan iktidar sahipleri savaşılarak alaşağı edilecek” vaadlerinde bulunuyordu. 740 ocak ayında hapse atılan Küfelileri kurtarmak için çıkardığı isyanda katledildi. Babasının ölümünden sonra Yahya (ö.743) Kûfe'den Belh'e, Orta Asya'ya ulaşan çok geniş bir alanda, Emevilere karşı, çoğunlukla Arap olmayan halklarla birlikte mücadele verdi ve Zeydiyye meşrebini başarılı bir şekilde yaydı. (bak. Julius Welhausen, İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara, 1989)
- Türklerin ilk hikaye derleme kitabı Dede Korkut’ta Alevilik
Türklerin ilk hikaye derleme kitabı Dede Korkut’ta Alevilik: Türklerin Hz. Ali soyundan gelen aileleri sürekli koruma altına aldıkları, onlarla işbirliği içinde olduklarını Dede Korkut’ta da görürüz. En eski belgelerimiz arasında yer alan bu hikayeler derlemesinde giriş bölümündeki kutsallık sıralaması içinde:
“Ağız açıp öğer olsam üstümüzde Tanrı görklü; Muhammedün sağ yanında namaz kılan Ebubekir Sıddık görklü; ahir sıpara başıdır Amme görklü; hecesinden düz okunsa Yasin görklü; kılıç çaldı din açtı, Şah-ı Merdan Ali Görklü; Alinün oğulları, peygamber nevaleleri Kerbela Yazısında Yezidiler elinde şehid oldu, Hasan ile Hüseyin iki kardaş bile görklü” (Gökyay, Orhan Şaik, Dedem Korkudun Kitabı, M.E.B. Yay, İst. 1973).
Bazı hikayeler de şu şekilnde yer alan değerlendirmelerle sonlandırılır:
“Kâdir Tanrı Beyreğe rahmet kılsun. Sır-ı Merdan Hazret-i Alinün elinden şaraben tahura, içmek Huda erzanı kılsun.”
Bu tarzdaki dualar göçer evli türkmenlerin ve Oğuzların Hz. Ali ve onun soyuna duyduğu saygıyı gösterir.
- 933 / -942
933 Alevi-Şii kökenli Hasan b. Mûsâ en-Nevbahtî’nin (ö. 922) “ Kitabu'l-Makalat ve'l-Fırak Fıraku'ş-Şia: Şii Fırkalar” ( Kummi/Nevbahti -Ankara Okulu Yayınları-2020) adlı eserinde başlangıçtan on birinci imam Hasan el-Askerî’nin vefatına kadar ortaya çıkan Şiî gruplarının ele alındığı en eski incelemedir. Fakat genel olarak İslam mezhepleri ve farklılıkları üzerine bilinen en eski kitap, sünni inanç anlayışında bugün en geniş kitlelerin inancı olan eşariyenin isim babası Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (873-ölümü 936) yazdığı Makâlâtü’l-İslamiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn adlı (“İlk Dönem İslam Mezhepleri” adıyla türkçe yayınlanmış) eserdir. Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin yazdığına göre o dönem Müslümanlar on sınıfa ayrılmışlar:
Şia, Havâriç (Haricî), Ashab-ı Hadis, Mürcie, Mutezile, Cehmiyye, Dirâriyye, Hüseyiniyye, Bekriyye, Âmme ve Abdullah b. Küllâb el-Kattân taraftaları olan Küllabiyye.
Şia’daki üç sınıf şunlardır:
a- Gâliye (Aşırılıkçılar) :15 “fırka” (grup)
b- İmamiyye veya Râfıza: Ali'nin nass ile (imamın ayet ve hadisle belirlenmesi) tayin edilmiş bir imam olduğuna inandıkları için İmâmiyye denilmiştir. Veya terk edenler, ayrılanlar yani Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler olarak Râfızıyye. 24 fırka.
c- Zeydiyye (Ilımlı Şia kolu) 6 fırka
Ayrıca Peygamberin ailesinden Yezid'e isyan edenler bir grup.
942 de Bağdat'ta Kadıların kadısı ibn Behlül'ün halifenin, Alevi İsmailiyye inançlı (İmam Cafer’in erken ölen oğlu İsmail taratarları) Karmatilerin islamdan ihraç (takfir) isteğine karşı mektuplarını «Allahtan başka ilah yoktur» diye başladıklarından ve sadece Allah’ın insanların samimiyetine karar verebileceği gerekcesiyle onların müslüman olduklarına dair verdiği fetva İslamda inanç (itikat) “çeşitlenmesi”nin kabulu için temel bir yasadır. Yani birinin müslüman olarak kabul edilmesinin en ufak ortak paydasının tanımıdır ve dolayısıyla Sünni Şeriata göre İslamın içindeki değişik yorumların tanınmasının sebebidir.
- 941-943 Bilinen ilk tarihi «Alevi Türkler» belgesi
941-943 Bilinen ilk tarihi «Alevi Türkler» belgesi Türklerin Alevi olduğunu yazan en eski belge Abu Dulaf’a aittir. Abu Dulaf Misar bin Muhalhil, Samaniler devletinin (Samanoğulları) en güçlü hükümdarı Nasr bin Ahmed'in (914-943), saltanatının son yıllarında Çin'e elçilik göreviyle gönderdiği kişidir. 941-42 yılı içerisinde Çin'e doğru yola çıkmış olan Abu Dulaf, Tibet'e ulaşmadan önce, bir süre Bagraç Türklerinin yaşadığı bölgede kalmıştı. Keçe giyimli, sakalsız, fakat bıçak vurulmamış pos bıyıklarıyla dikkati çeken, çok iyi ata binen ve savaşçı olan bu Türklerin (Bağraçlar), Yahya bin Zeyd'in bir oğlundan gelen Ali soylu biri tarafından yönetildiğine tanık olmuştur. Abu Dulaf onların, içinde İmam Zeynel Abidin oğlu Zeyd için yakılmış ağıtların da yer aldığı batıni anlamda yorumlanmış, Sünni İslama aykırı bir Kur’an sakladıklarını, tanrısallığın Ali'de cisimlendiğine inandıklarını yazmaktadır. Yine onun anlattıklarına göre bu “Alevi” Türkler, Ali'nin indiği ve tekrar geri döndüğü gökyüzüne doğru avuçlarını açıp, bağırarak dua etmekteydiler. (Kitabın aslını 1923 de Prof. Dr. Ahmed Zeki Velidi Togan, Meşhed' de Astane Quds Museum'da (MS 5229) buldu. Prof. Dr. Z.V. Togan, “İbn Fadlans Reisebericht”, Leipzig-1939, XXIV.) Abu Dulaf'ta görüldüğü gibi, Ali, Türklerin Gök-Tengri'si ile birleştirilmiş bulunuyordu. Bugün bile inançlı Alevi yaşlılar arasında, İrene Melikoff'un saptamalarına göre, her sabah duaya çıkıp güneşin doğuşunu izleyerek “İşte Ali doğuyor'' diye tanrısal coşkuyu yaşayan ve yaşatanlar bulunmaktadır (İ.Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, İstanbul-1993, s.124). Ebu Bekir Muhammed b. Cafer Narşaki’nin 943-948 yılları arasında yazdığı Buhara Tarihi’nde de bu anlatımları destekleyici bilgiler bulunmaktadır.
- 955 Bilinen ilk Türk hükümdar: Karahanlılar
955 Bilinen ilk Türk hükümdar: Karahanlılar hânedânından olup İslâm’ı ilk kabul eden ilk hükümdâr olarak Kaşgar’da ilk büyük İslâm devletini kuran Abdulkerîm Satuk Buğra Han’ın (ölümü 955) gerek şahsı ve gerek İslâm’ı kabul edişi hakkında, yazıya geçmiş en eski örneği 1282 tarihli olan menkıbeler dışında fazlaca bir şey bilinmemektedir. Bu yazılı kaynağa göre, Satuk Buğra Han, İslâm’ı, 12 yaşında iken, kabul etmiş ve 25 yaşında Karahanlı tahtına oturmuştur.
Rivayetlere göre 970 yılında Şaş (Taşkend) ve Farab arasında tahkim edilmiş sınırın batı tarafında müslümanların egemenliğini tanımaksızın yaşayan - Karluklar, Oğuzlar ve diğer boylardan Türklerin 200.000 çadır halkı Batınî İslâm’a girdiler.
- 1019 / 1069
- 1019 da halife el Kadir, “Risala al-qâdiriya” adlı risaleyi camilerde okutarak bütün sünni müslümanlara Kur’an üzerinde içtihatı yasakladı.
- 1069 da, Bilinen alevilikten bahseden ilk Türk siyasetnâmesi: 1069 da, Yusuf Has Hacib'in, Tavraç Buğra Kara Han'a yazıp sunduğu, devlet yönetimine ilişkin Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) adlı yapıtında, Karahanlılar devletinde Alevilerin hatırı sayılır varlığı ve saygınlığı konusu ele alınır. Edebiyatımızda aruz ölçüsünün kullanıldığı ilk eser olarak kabul edilmektedir. “Aleviler birle katılmakı ayur” (Alevilerin de birlikte katılmasını öğretir) başlığı altındaki kısa bölümde şu beyitleri var:
Onlarda biri savçı urğı turur
Bularnı ağır tutsa kut kıv bulur
Bularnı katığ sev köngülde berü
Nengin edkülük kıl baka tur körü
Bular ehl-i beyt ol habibka kadaş
Habib savcı hakkı üçün sev adaş
Bu beyitler günün Türkçesinde şöyle anlamlandırılabilir:
“Onlardan (Alevilerden) biri elçi yaptırılsa ve bunlar ağırlansa, devlet mutluluk bulur
Bunları (Alevileri) kuvvetle sev; sevgin gönülden gelsin. Dur bak, gör ve herşey için iyilik et
Bunlar Ehlibeyt'tendir ve peygamber ile kardaş, sevgili peygamber hakkı için (Alevileri) sev arkadaş''.
- 1071 Malazgirt zaferi
1071 Malazgirt zaferi Malazgirt zaferiyle Bizans direnişi büyük ölçüde kırıldı ve bundan sonra çoğunluğunu Oğuzların teşkil ettiği çeşitli Türk toplulukları Anadolu’ya akmaya başladı. Anadolu’nun fethinde rol oynamış olan komutanlara, geleneklere göre fethettikleri yöreler tahsis edildi. 1071’den itibaren Anadolu’ya toplu göç ve kültürel-dinsel değişim oldu. Tarihci Nicolau Jorga “Osmanlı Tarihi” kitabında Venedik locası arşivlerinde 8 şubat 1514 tarihli belgede, Osmanlı Anadolusunda ahalinin beşte dördünün (%80) Alevi olduğunun rapor edilmiş olduğu yazılı. Prof. Franz Babinger bunu abartılı buluyor ama yine de bu dereceye yakın olduğu kanaatinde.
-1080–1178
1080–1178 Dânişmendliler Beyliği Anadolu'da Sivas merkez olmak üzere Çorum, Tokat, Niksar, Amasya, Malatya, Kayseri şehirleri civarında kurulmuş ilk Alevi Beyliğidir. (1096-99 daki I. Haçlı Seferi tarihi hakkında bilgi veren en önemli tarihçilerinden Albertus Aquensis ve 12. yüzyıl tarihçilerinden Sur başpiskoposu Willermus Tyrensis’in Danişmendliler hakkında yazdıklarına göre. Ayrıca 1245-46 yıllarında yazılan “Danişmendnâme” ye göre).
- Türkçe ilk Alevi Erkânnamesi «Fakr-nâme»:
Türkçe ilk Alevi Erkânnamesi «Fakr-nâme»: Aslı Taşkent, Duşanbe ve Almatı Kütüphanelerinde bulunan ve 1093-1166 arasında Yesi cıvarında yaşamış olduğu tahmin edilen “Pîr-i Türkistan” Hâce Ahmet Yesevi’ye atfedilen Fakr-nâme ilk defa Çağatay türkçesi ile yazılmış bir erkânnamedir. Aslı Taşkent, Duşanbe ve Almatı Kütüphanelerinde bulur.
Fakr tasavvuf kültürü ve edebiyatında “manevi yokluk” veya “Allah’a muhtaç olduğunun farkında olmak” gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Bu dervişlik kitabında tarikât adabından, usulünden, erkânından, kâmil bir şeyhin, bir dervişin vasıflarından, “Dört Kapı Kırk Makam”dan bahsedilir. Hâce Ahmet Yesevi’ye atfedilen “Fakr-name”deki düşünce yapısının, edep-erkân uygulamasının, “Dört Kapı Kırk makam” öğretisinin Yesevîlik tarikatının bir Ali Yolu tarikatı olarak varlığını Anadolu’da sürdürmesi ve Alevilik ve Bektaşîlik içerisindeki etkisi tartışmasızdır.
Ahmet Yesevi, temelde her ne kadar bir İsmaili Dai'si eğitimi aldıysa da, kendi tekkesinde Şamanist Türk inançları doğrultusunda bazı değişiklikler yaptı.
Ahmet Yesevî dört kapı kırk makamanlayışını Hz. Ali’ye dayandırmaktadır:
“Hz. Ali radiyallahu anh rivayet kılurlar kim, dervişlik makâmı kırk turur. Eğer bilip amel kılsa, dervişliği pâk turur ve eğer bilmese ve öğrenmese, dervişlik makâmı anga haram turur ve câhil turur. Ol kırk makâmın onı makâm-ı şeriatda turur ve onı makâm-ı tarikatda turur ve onu makâm-ı marifetde turur ve onı makâm-ı hakikatda turur”. (Eraslan ,1977: “Yesevî’nin Fakr-nâmesi” İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi,XXII,6366 vd).
Yesevi’nin bu düşünce yapısı, çağdaşı olmamasına rağmen, Lokman Pârende vasıtasıyla Hacı Bektâş Velî’ye geçmiştir
- 1150 / - 1224 / - 1239-40
- 1150 Alevi ocakları arasında “Mürşid Ocağı” olarak kabul edilen Ağuiçen Ocağı’nın Diyarbakır koluna mensup dede ailesinden alınan h. 544/Zilkade (m.1150/Mart) tarihli şecere tanzim ediliş tarihi itibariyle şu ana kadar yayımlanan şecereler içerisinde, şimdilik, en eski belge olma özelliğini taşımaktadır. Şecerenin en dikkat çekici özelliği ise, daha önce yayımlanan “Ağuiçen”, “İmam Zeynel Abidin” ve “Dede Garkın” gibi mürşid ocaklarına ait şecerelerin nerdeyse tamamında görülen Ebu’l-Vefâ, Seyyid Ganim ya da Seyyid Hamis silsilesinden farklı bir soy ağacı sıralamasına sahip oluşudur. Anadolu Selçuklularının siyasî nedenlerle Türk oymak, boy ve aşiretlerindeki aile ocağı temelli bağımsız Alevi dinî oluşumunu, hiyerarşik bir düzün içinde “Ocaklar” olarak yapılandırma girişimi ve dede/babalara bilinen en eski soyağaçlarını (şecerelerini) ve dinsel yetki belgeleri (icazetnameleri) vermesi. Büyük ihtimalle bu girişimler daha önce de başlamış olabilir;
- 1224 te Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat (1220-1237) zamanında Malatya emirinin verdiği Vakıf belgesinde Anadolu’da varlığı belgeyle tespit edilebilen en eski Cemevi Malatya- Arapgir Onar köyündedir. Genellikle göcebe Oğuz Türkleri ve Türkmenler cemlerini özel “cem çadırı”nda yaparlardı. Bu düzen 1930lu yıllara kadar Toroslarda devam etti (bak. Yaşar Kemal “Binboğa destanı”). Bu vakıf belgesi aynı zamanda yerleşik Alevi Türkmen halkınında olduğunun ve bir şekilde dinsel ayınlerinin cemevinde yapıldığının da en eski belgesidir.
- 1239-40 Göçer konar Türkmenlerin Anadolu Selçuklu sünni Sultanlarla sosyo-ekonomik güçlükler ve inanç çatışmaları Baba İlyas (Baba Resûl) ve Baba İshak’ın 1239 da çıkardığı «Babaî isyanı»nın patlak vermesiyle sonuçlandı.
Babaîler muhtemelen Amasya'dan Diyarbakır'a uzanan bir alanda Yesevi arka planlı Vefaî, Haydarî ve Dede Gargın Ocağı aleviliği karışımı bir yoldu. Babaî İsyanı sosyo-ekonomik bir başkaldırı olduğu kadar Anadolu Selçuklu devletinin sünni idaresine karşı da dinî bir çatışmadır. Çünkü devleti elinde tutan azınlık sünni idare, çoğunluk Alevi halka her zaman hükmetmek istemiştir ama muvaffak olamamıştır. (Ayrıntılar için bak: Ahmet Yaşar Ocak “Babaî İsyanı”)
- 1240-1275 Babaî İsyanı sonrası Hacı Bektaş Veli’nin Alevi tarikatları der-vişlerini toparlaması
1240-1275 Babaî İsyanı sonrası Hacı Bektaş Veli’nin Alevi tarikatları dervişlerini toparlaması 1240 Babaî isyanından sonra Anadolu Alevi topluluklarının sıkıntılı zamanında, Yesevî, Haydari, Vefaî ve Babaî dervişlerinin toparlanmasını sağlamış ve Alevi Ocaklarının birliğini, iriliğini, diriliğini yeniden inşa ettiği devirdir.
Bektaşilik tarihinde üç ayrı dönem vardır: Birinci dönem Hacı Bektaş Veli ile Balım Sultan arasındaki 250 yıllık zaman dilimidir. İkinci dönem, Balım Sultan ile başlayan ve 1826’da Bektaşi tekkelerinin Yeniçeri Ocağı’yla birlikte kapatılmasıyla son bulan yaklaşık üç yüzyılı içine alır. Üçüncü ve son dönem ise 1826’dan günümüze kadar yaşanan süreçtir.
Hacı Bektaş Veli'den "el alan" ve "giz verilen ve yetiştirilen" Kadıncık Ana 1271'de Hakka yürüyen Hacı Bektaş Veli'nin öğretisini taşıma ve aktarma görevini üstlenir. Aşıkpaşazade'nin Vekayinâmesinde; Hacı Bektaş Veli’nin ve, Kadıncık Ana'ın müridi olan Abdal Musa'nın, Hacı Bektaş adını taşıyan Dervişler topluluğunun kurucusu olduğundan bahsedilmektedir.
- 1299 Edebali’nin Osmanlı beyliğinin kuruluşuna katkısı.
1299 Edebali’nin Osmanlı beyliğinin kuruluşuna katkısı. Ertuğrul Bey'in 1281 yılında ölümü ile, Kayıların başına oğlu Osman Bey geçti. Osman Bey 1299 yılında bağımsızlığını ilan ederek Osmanlı Beyliği'ni kurdu. Muhtemelen Vefai olan Edebali’nin bu kuruluş büyük etkisi var.
- 1419 Torlak Kemal (Manisa)isyanı
- 1419 Börklüce Mustafa (Aydın/Karaburun, Ortaklar)isyanı
- 1420 Simavna kadısı Şeyh Bedrettin (Serez) isyanı:
1420 Simavna kadısı Şeyh Bedrettin (Serez) isyanı: 1402 yılında gerçekleşen Ankara Savaşı sonrası Osmanlı Devleti Fetret Devrine girerek yıkılmanın eşiğine gelmiştir.
Yıldırım Beyazit’in çocuklarından Musa Çelebi kardeşi Süleyman Çelebi’yi yenerek payitaht olan Edirne’yi ele geçirdi. Bu zaferden sonra yaptığı ilk işlerden birisi tam adıyla Mevlâna Şeyh Bedreddin Mahmud Bin İsrail’i kazaskerliğe atamak oldu. Kısa bir süre sonra işler tersine gitti ve Musa Çelebi’nin kardeşi Mehmed Çelebi Edirne’yi bu kez kardeşi Musa Çelebi’den almayı başardı. Musa Çelebi’nin Kazaskeri Şeyh Bedreddin bu olay sonrası İznik’e gönderilerek kontrol altında tutuldu. Bu gelişmeler üzerine Şeyh Bedreddin’in yakın dostu ve öğrencisi Börklüce Mustafa huruç ederek Aydın civarında Şeyh Bedreddin için büyük bir isyan başlatır. Bu isyan ateşi henüz söndürülemeden Şeyh Bedreddin’in başka bir talebesi Torlak Kemal bu kez Kütahya’da isyan etmiştir. 1416 yılında Şeyh Bedreddin de İznik’ten kaçarak Deliorman civarında etrafına topladığı büyük kalabalıkla Osmanlı Devleti’ne karşı isyan eder. Mehmed Çelebi isyanı bastırmak için Beyazit Paşa’yı görevlendirir. Beyazit Paşa isyanı çok kanlı bir şekilde bastırmış ve Şeyh Bedreddin’i de yakalamıştır. Şeyh Bedreddin Peygamberlik iddiasında olduğu gerekçesiyle asılarak idam edilmiştir.
Şeyh Bedreddin Taşköprülüzade hariç önemli tüm tarihçiler tarafından mülhit, zındık veya peygamberlik iddiasında bulunmuş bir deli olarak resmediliyor.
İdris-i Bitlisi’ye göre Şeyh Bedreddin “din istismarcısıdır”:
“Ehl-i iman arasında dini ve mülki bir fitne ortaya çıktı. Zamanın kadılarından ve alimlerinden şer’i ve akli ilimlerde bilgin olan Mevlâna Bedreddin, zahiri ilimlerle beraber ehli halin süluk yollarını ve makamlarını elde etmişti. Musa Çelebi kendisini ve dini ilimlerdeki zenginliğinden ve ehli tasavvuf arasındaki yerinden dolayı kazaskerlik ve sadaret mansıbına memur ve mecbur etmişti. Mustafa’nın yaptıklarından dolayı bir gün hesaba çekileceğinden korkarak İznik’ten Kastamonu’ya kaçtı. Bedreddin İstiklal elde etmek için muharabeye karar verdi. Hak batıla galip olduğundan Bedreddin mücahitlere mağlup oldu.”
İdris-i Bitlisi’nin anlatımından hareketle Şeyh Bedreddin eylemlerinden değil, fikirlerinden ötürü cürüm işlemişti. Öğrencisi Börklüce Mustafa şeyhinden etkilenerek devlete isyan etmiş, Şeyh Bedreddin mesuliyetten kaçarak İznik’i terk etmiştir. Anlatımın yaklaşımına baktığımızda önemli tarihçilerimizden biri olan Bitlisi’ye göre Şeyh Bedreddin dini konulardaki derin ilmini bir istismar aracı olarak kullandığı gerekçesiyle suçludur.
Aşıkpaşaoğlu’na göre Şeyh Bedreddin’in asıl gayesi padişahlıktır. Karaorman’da “Mustafa benim öğrencimdir” diyerek Halifelik iddiasında bulunmuş ve Şeyh Bedreddin’in yeni bir devlet kurmak amacında olduğunu düşünmektedir. Aşıkpaşaoğlu’na göre başka hassasiyetlerle etrafına toplanan kalabalık bu iddiayı kabul etmemiş ve Şeyh Bedreddin’i Beyazit Paşa’ya bu yüzden teslim etmiştir.
Taşköprülüzade kendisinden önce Şeyh Bedreddin hakkında yorumda bulunan tarihçilerden farklı bir yaklaşıma sahiptir. Kendisinden önce Şeyh Bedreddin için yapılan zındık, mülhit hatta kafir gibi tanımlamaların aksine Taşköprülüzade, Şeyh Bedreddin için alim, kâmil, Allah dostu gibi ifadelere yer verir:
“Ona haset edenler şeyh saltanat sevdasındadır diye Sultan Mehmed’e şikâyet ettiler. Padişahın emriyle alınıp Mevlâna Haydar’ın fetvasıyla asıldı. Muhammed’in şeriatına sarıldığından miracı asılmak oldu...”
Hoca Sadeddin Efendi, Şeyh Bedreddin için olumsuz bir yaklaşıma sahip değildir. Ona göre Şeyh’in talihsizliği talebesinin isyanıdır. Şeyh Bedreddin’in fikirlerini yanlış yorumlayan Börklüce Mustafa mürşidini zor durumda bırakmıştır:
“Börklüce’nin köpürüp isyan etmesi ve ayaklanıp başkaldırması üzerine sorguya çekilme korkusu şeyhi bu sonuçlarla karşı karşıya getirdi. Bu kadar değerli dini eserler ve kıymetli kitaplar yazmış olan üstün yaradılışlı ve saygıya layık bir kişinin ayaklanma, baş kaldırma, hukuk düzeni çiğneme gibi kötü bir yolu beğenmesi çok uzak bir ihtimaldir.”
- 1440-48
1440-48 Şeyh Cüneyt’in Anadolu’da Erdebil Tekkesi öğretisini ve Kızılbaşlığı yayması. Erdebil Tekkesinin Anadolu’da Aleviliğe inançsal etkileri çok önemlidir. Şeyh Safi (1252-1334) tarafından 13.yüzyılın sonlarına doğru kurulan Erdebil Tekkesi, iki yüzyıl sonra kurulan Safevi Şii devletine ve hanedanına temel olmuştur. Başlangıçta Şafii olan Erdebil tekkesini tam bir On İki İmamcı Şii dergahına çeviren ve Aleviliğe yaklaştıran, Şeyh Safi'nin torunu Hoca Ali (1392-1429) olmuş görünüyor. Hoca Ali'nin Anadolu'da, özellikle Teke, Hamid ve Karamanoğulları gibi güney beyliklerinde çok müritleri vardı.
1402 Ankara savaşından sonra Timur Erdebil Dergahında Hoca Ali'yi ziyaret etmiş. Bu şeyh Timur üzerinde çok büyük etki bırakmış olacak ki, kendi egemenlik alanı içerisindeki Erdebil kentini köyleri ve arazisiyle birlikte Safevi ailesine vakıf olarak bağışladı. Ayrıca yanında götürdüğü 30 bin Türkmen tutsağını Şeyh'e verdi, o da tümünü serbest bıraktı. Böylece bunların hepsi Erdebil Tekkesi'ne bağlandılar. Bir kısmı yurtlarına geri döndüyse de, Hoca Ali kalanların yerleşmesi için Erdebil'de bir mahalle ayırdı. 17.yüzyılda bile bu mahalle Anadolu Türklerinin torunları “Sofiyan-ı Rum” adını taşıyordu.
Erdebil tekkesi şiiliğe doğru değişimiyle Sefeviye tarikatını kurması ve 1450li yıllardan itibaren bugünkü Aleviliğimize etkisi çok önemlidir. 1416 da Simavna kadısı Şeyh Bedreddin isyanından sonra Osmanlıdan ümidi kesen Anadolu Alevi Ocakları Erdebil tekkesi başındaki Şeyh Cüneyt’in 1448-1456 arası 8 yıl Anadolu da “Oniki İmam” kültünü yaymasından etkilendi. Cüneyt karış karış Anadolu’yu gezdi. Dedeler, Babalarla beraber semahlar döndü, ibadet etti. Anadolu'da geçirmiş olduğu 7-8 yıl, hem Anadolu Türkmenlerinden çok geniş taraftar kazanmasını, hem de Erdebil Şiiliğinin iyiden batınileşip Anadolu Aleviliğine dönüşmesini sağladı. Bu durum Anadolu Alevilerini Erdebil tekkesine bağlamaya başladı. Akkoyunluların ve Türkmenlerin katkısıyla Kızılbaşlığın Doğu Anadolu’dan da ötede etkili olmasını başlattı. Ekonomik açıdan ezilen göçer-konar ve yarı göçer köylüleri devlete karşı isyana sürükleyen bu siyasal-dini hareket Osmanlı egemeni için tehlikeli oldu. Erdebil Tekkesinin derlediği ve geliştirdiği İmam Cafer’e atfedilen Buyruğu’da dolayısıyla «Hz.Ali kültü», «On iki İmam kültü» ve «Kerbela Mâtemi kültü» de bu tarihlerden itibaren yavaş yavaş Anadolu Aleviliğini etkilemeğe başladı. Şeyh Haydar’ın oniki dilimli kızıl taç (Taç-ı haydarî) ve kızıl sarık sarması, müritlerinde buna uymasıyla kızıl taç tarikatın simgesi oldu ve müritlerine « Kızılbaş » dendi. Kızılbaşlık Anadolu toprağında Alevilikle ortak inanç, gelenek ve görenek temeli üzerinde gelişip şekillenerek, her zaman olduğu gibi «bağdaştırmacı» bir alıntıyla, Alevilik kolu hatta Aleviliğin simgesi oldu. Aleviliğin felsefe, öğreti ve erkân boyutunda günümüze taşınan yapısına son biçimini veren bu Kızılbaş etkisi oldu.
Hele, 16cı yüzyılın başında Hataî’nin yani Sefevi Devletini kuran Şah İsmail’in etkisi ve nefesleri bugün bile bir çok yöredeki Alevi ayin ve erkanlarındadır. Tabii Erdebil tekkesi İslamî yorumu 1501de kurulan Sefevi devletinin resmi dini olarak kabul edilmiş ve Sefeviler ilk “Oniki İmamcı” İslam devleti olmuştu.
1736 da Safevi devletinin sona ermesinden sonra Safevi şiiliğide değişerek bugünkü İran Şiiliğini doğurdu yani Şia’t-u Ali’nin en muhafazakar şeklini. Ama Anadolu Aleviliğinin Erdebil tekkesinden alıp yorumladığı « Hz. Ali » ve « Oniki İmam » kültü ile bugünkü İran Şiiliğinin « Hz. Ali » ve « Oniki İmam » kültü yorumu birbirinden çok farklıdır.
- 1501 Bektaşiliğin değişimi:
1501 Bektaşiliğin değişimi: Balım Sultan (1426?-1518) Bektaşiliği, kendine özge yönlerine rağmen (mesela eski Türklerde şamanın ve dini merasime katılanların kımız kullanmasından esinlenen « dem », içki kullanımı gibi), Sultanları tatmin edecek yöne çekti. Ama ölümü sonrasında postnişin olan Kalender Çelebi elini Osmanlı’dan çekip halka uzattı ve başkaldırının merkezi oldu.
Bu isyanın bastırılmasından sonra Bektaşi Dergâhı 1551 yılına kadar kapalı kaldı fakat fiilen devam etti. Ama 1552 de Sersem Ali Paşa’yı « Sersem Ali Baba » yapıp Dergâh’ın başına oturtan Osmanlı’ya Anadolu halkından tepkiler yağdı.
Bektaşiliği Kalender Celebi’nin yenilgisi ve başsız kalmasından sonra Dergâh aynı zamanda muhtemelen Balım Sultan zamanında başlayan yapısal ve teolojik bir bölünmeye uğradı. Bektaşilik « Babayanlık » ve « Çelebiyanlık » olarak ikiye bölündü:
a-Babayanlık (Babagan veya Babağan) koluna göre « evlat bel evladı değil yol evladıdır » önemli olan Pir’in yolunu izlemektir. Dedebaba tarafından Babalığa kabul edilen dervişler kendilerini “yoldan gelme” hak ve icâzet sahibi sayarlar ve Tekkelerde herhangi bir tâlibe “Muhammet Ali yolu”nu gösterebilirlerdi. Bu kol daha ziyade Balkanlarda ve İstanbul’da gelişti ve Yeniçerilerin vasıtasıyla Osmanlı’nın kontrol aracı olarak « işbirlikçi » işlev gördü;
b-Çelebiyanlara (bazen Dedeyan da denir) göre ise « evlat yol evladı değil bel evladıdır ». Onlara göre Hace Bektaş Kadıncık Ana ile evlenmiş (bazılarına göre ise Kadıncık Ana mânevi kızıdır) ve böylece Çelebilerin atası olacak çocuklar doğmuştur. Çelebiyanlık kolu Anadolu Aleviliğinin ağırlık merkezi olarak işlevini sürdürdü.
Mühtemelen bu ayrılık ve Çelebiyanların Anadolu’daki etkisi sonraki senelerde Aleviliğinde değişmesinde etkili olacaktır. Bazı Ocaklarda sonra Bektaşileri “Serçeşme” olarak kabul ederek Bektaşiliğe bağlandılar.
-16cı yüzyıl Alevi Ayaklanmaları:
16cı yüzyıl Alevi Ayaklanmaları: Osmanlı'nın ağır baskıya dayanan toprak-vergi-köylü siyaseti, Aleviler ve Alevilik inancına horbakışı, Alevileri “mülhid, rafızi (dinsiz, sapık)” olarak nitelemesi ve hakaretin ötesinde Aleviliği “ağır suç” kapsamında görmesi, ayaklanmaların ana nedenleriydi. Bu isyan hareketlerinin çoğunluğu Bozok (Yozgat), Tokat, Artova, Kazova (Tokat-Turhal arasındaki ova), Sivas ve Erzincan yöresinde düğümleniyor, güçleniyor, büyüyüp taşıyor. Ya da çözülüp yokoluyor. Önemlilerinden bir kaçı...
1- 1509-11 yılları arasında Şah Kulu Sultan ayaklanması. Bu, Şah İsmail Safevi'yi dayanak alıp başlayan, ama kısa zamanda bağımsız gelişerek, Anadolu ve Rumeli'yi saran ve doğrudan siyasal iktidara yönelik bir Alevi halk hareketiydi.Yenilgiden yenilgiye uğrayan Osmanlı kuvvetleri, ancak Vezir Hadım Ali Paşa'nın yönetiminde Sivas yakınlarında Gedikhan'da yapılan savaşta Şah Kulu'nu öldürerek ayaklanmayı bastırabildiler. 1511 Haziran'ında yapılan bu savaşta Ali Paşa da öldü. Şahkulu Sultan'ın ölümüyle halk birlikleri dağıldı, 15 bin kadarı İran'a geçti. Şah İsmail daha başlardayken, bu hareketten desteğini çekmiş sudan bahanelerle birçoğunu katletti...
2- 1512-14 Nur Ali Halife ayaklanması. 1512 yılında Tokat, Amasya, Yozgat ve Çorum yörelerindeki Alevi kitleler tarafından gerçekleştirildi. Nur Ali, Şah İsmail'in halifelerindendi. Tokat'da Şah İsmail adına hutbe okuttu. Şehzade Ahmet'in (Yavuz Selim'in kardeşi) isyanı bastırmakla görevlendirdiği Sinan Paşa'yı iki bin askeriyle öldürüp, Sivas'ı kuşattı. Şehzade Ahmet'in oğlu Murat Kızılbaş olmuş ve Nur Ali Halife'yle işbirliğine girmişti. Nur Ali, emrinde 10 bin kişilik kuvvet bulunan Murat'la Kazova'da birleşti. Aynı yılın yazında Erzincan yakınlarında Göksu'da yapılan savaşta Nur Ali Halife birlikleri Osmanlı ordusuna yenildi. Bıyıklı Mehmet Paşa, Nur Ali'nin başıyla birlikte 600 isyancı Kızılbaşın kellesini Yavuz'a İstanbul'a gönderdi. Doğrusu ise, F. Sumer'in yazdığı gibi, Nur Ali Halife kurtulup Erzincan'a döndü. Kendisi 1514 Çaldıran savaşında Şah İsmail'in kumandanlarından biri olarak görev yapmıştır.(Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu, s. 35-36) Şah İsmail, kendisi adına başkaldıran Nur Ali Halife’yi de desteksiz bırakmıştı. Bununla da kalmıyarak Çaldıran savaşının başında, Osmanlı ordusunun özelliklerini çok iyi tanıyan Diyarbakır valisiyle birlikte Nur Ali’nin de savaş planlarını kabul etmemiştir. Kızılbaş ordusunun Çaldıran’da yenilmesinin birinci nedeni Şah İsmail’in ateşli silahlar kullanmayışıysa, ikinci önemli neden bu çok değerli iki Kızılbaş önderinin savaş taktiklerini reddetmesidir.
Çaldıran öncesi ve sonrası iki yıl içerisinde Anadolu'da Büyük Kızılbaş Kırımları gerçekleştirildi. Osmanlı'yla Safevi devleti arasında 1514 yılında yapılan Çaldıran savaşı, Anadolu Kızılbaşları için bir dönüm noktasıydı. Bu büyük yenilgiyle Şah İsmail’den umutlar kesildi.
Bütün bu olaylardan, o sırada otuzunu aşmış bulunan Pir Sultan uzak mı kalmıştır? Hayır, tersine tamamıyla içinde bulunuyor ve kendisi Anadolu Kızılbaş siyasetinin öncülerindendi.
3- 1517 Bozoklu Celal ayaklanması: Yavuz Selim'in Mısır seferi sırasında Amasya ve Tokat bölgelerinin Alevi Türkmenlerini başına toplayan Bozoklu Celal eyleminin tabanının oluşturan 20 bini aşkın yoksul halk ve köylüler, iki yıla yakın süre Osmanlı'ya karşı mücadele verdiler. Ferhat Paşa liderliğinde ordunun üstlerine yürümesi karşısında Bozoklu Celal ve yandaşları Turhal, Zile, Artova ve Sivas üzerinden İran'a yöneldiler. Ancak sonunda Erzincan'da Celal yakalanıp kafası kesildi ve Yavuz'a gönderildi.
4- 1519 Şah Veli ayaklanması 1519'da Yozgat'ta başladı. Şah Veli, Bozoklu Şah Celal'ın talibiydi. Çevresinde toplanan 4 binden fazla insanla Celal'ın öcünü aldı. Zile'de Sivas beylerbeyi Şadi Paşa'yı savaşa zorlayarak, birliklerini dağıttı. Çarpışmalarda Sivas defterdarı öldürüldü ve Şadi Paşa yaralandı. Bu olayla Şah Veli büyük ün kazandı. Şah Veli’nin kuvvetleri, aynı yılın ortalarına doğru, Kızılırmak üzerindeki Şahruh köprüsü yakınlarında Osmanlının Husrev Paşa’sına yenildi ve büyük bir Alevi katliamı daha yapıldı.
5-1525-27 Süklün ve Baba Zünnun ayaklanmaları da Alevi Türkmenlerin yoğun olduğu Bozok'da (Yozgat) çıkmış, Tokat, Sivas, Amasya, Maraş, Adana, Tarsus ve İçel yörelerine kadar yayılmıştı. Osmanlı'nın ağır baskıya dayanan toprak-vergi-köylü siyaseti, Aleviler ve Alevilik inancına horbakışı, Alevileri “mülhid, rafızi (dinsiz, sapık)” olarak nitelemesi ve hakaretin ötesinde Aleviliği “ağır suç” kapsamında görmesi, ayaklanmaların ana nedenleriydi.
Türkmen oymaklarından Süklün aşiretinin Koca Dede'sine devlet memurlarının yaptığı hakaret (hiç bıçak vurmadığı sakalının, bıyığının zorla kestirilmesi), Alevi Türkmenlerin geniş tepkisine yol açan bir kıvılcım oldu. Yoksul halkın başa geçirdiği Baba Zünnun'un 1525'lerde başlattığı ayaklanma, hızla gelişip yayıldı ve 1527'ye kadar sürdü. Ayaklanma sırasında Bozok sancak beyi Mustafa bey, İlyazıcısı Kadı Muslihüddin’i öldürüldüler. Sancak beyinin Kanuni'nin halasının oğlu olması, İstanbul'da geniş yankı uyandırmış ve isyanı bastırmak üzere Hurrem Paşa görevlendirilmişti.
Baba Zünnun'cu Alevi yığınlar, Kayseri yakınlarında Hurrem Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetlerini perişan ettiler. Hurrem Paşa, İçel sancak beyi Ali bey, Kayseri valisi Behram bey ve daha birçok zeamet ve timar sahibi beyler öldürüldü. Bu başarılarıyla taraftarları artan Baba Zünnun ise Artova ve Kazova'ya doğru ilerleyerek, Alevi köylü yığınlarının kaynağına yöneldi.
Osmanlı yönetimi bu kez Rumeli beylerbeyi Hüseyin Paşa'yı, Sivas beylerbeyi Hasan Paşa'yı ve Maraş beyi Mahmut'u isyanı bastırmakla görevlendirdi. Hüseyin Paşa tüm eyalet askerleriyle Zünnun'un üzerine yürüdü. Höyüklü'deki kanlı çarpışmalarda, Baba Zünnun'un kendisi ve yandaşlarından çok ölenler oldu, ama Aleviler Osmanlı ordusuna pes etmediler. Dağlara çekilip toparlandılar. Vakit geçirmeden yeniden Osmanlı güçlerine saldırıp onları dağıttılar ve Hüseyin Paşa öldürüldü.
Baba Zünnuncu Alevi Türkmenler, daha sonra, güneyden gelen Diyarbakır beylerbeyi Hüsrev Paşa'nın Kürt birlikleri tarafından dağıtıldılar.
Aynı yıllar içinde, Atmaca ayaklanması, babasının öldürülmesiyle oymağının başına geçen Zünnunoğlu; Maraş, Adana, Tarsus-İçel hattında Tonuzoğlu ve Yenice Bey, yine Adana'da Veli Halife, Seydi Bey ve İnciryemez Alevi kökenli halk ayaklanmaları, aynı zincirin halkalarıydı ve resmi tarihin “Yükselme Devri” adını verdiği Kanuni Süleyman'ın “Cihan İmparatorluğu'nu” temelinden sarsıyorlardı.
6- 1527/28 Kalender Çelebi (Nurhak)isyanı çıktı: Baba Zünnun ölmüş, fakat yandaşları dağılmamış, mücadeleyi sürdürüyorlardı. Çünkü Hacı Bektaş torunlarından Kalender Şah, Ankara-Kırşehir yöresinde ayaklanmış, süratle Kazova'ya doğru gelmektedir. Bu iki büyük ayaklanma, ayrı ayrı değil birlikte ele alınmalıdır. Aynı ya da birbirini izleyen yıllarda ortaya çıkan bu iki eylem, Alevi-Bektaşi inancındaki halk kitlelerinin ilk ciddi toparlanışı ve birlikte hareket etmeyi ilk denemeleridir.
Baba Zünnun'un harekete geçmesinden az bir süre sonra Kalender Çelebi'nin başkaldırması, iki ayrı cephede aynı beyleri ve vezirleri şaşkına çevirip yenilgiden yenilgiye sürüklemeleri bir rastlantı değildir. Kanımızca bu, Alevi-Bektaşi inancındaki halk yığınlarının “Pirlerin Piri Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhı”na manevi bağlılıklarının siyasi birliği, “İstanbul şehrindeki tac-ı devleti” elegeçirmek için bilinçli bir andlaşma ve güçbirliğidir.
Ancak Osmanlı bunu sezmiş, ayaklanan kitlelerin Kazova'ya birlik sancağını dikmelerine, bütün güçleri seferber edip engel olmuştur. Zünnun'culara en büyük darbeyi, Diyarbakır beylerbeyi Hüsrev Paşa, “Rüstem yaratılışlı Kürt askerleri!” ile vurmuş (Peçevi Tarihi, I, s.96) ve onları dağıtarak Kalender Şah'ın da yenilmesine zemin hazırlamıştır.
Anlaşılıyor ki, Hacı Bektaş Veli'nin torunlarından, Balım Sultan'ın (1426?-1518) kardeşi ya da oğlu olan, “Kalender Abdal”, “Civan Kalender”, “Kalender Çelebi” adlarıyla da tanınan Kalender Şah bu birlikteliğin önderi seçilmiştir.
Kalender Şah (1476-1527/8) iyi bir ozandır. Balım Sultan'dan sonra Pir postuna oturmuş ve Hacı Bektaş Dergahı’nın başındadır.
Anadolu Alevi-Bektaşi önderleri Seyyidler, Dedeler toplanarak, bir anlaşmaya varmış ve karar vermişlerdi. Kalender Şah'ın arkasında yürüyeceklerdi. Alevilerin büyük umudu ve şahı Şah İsmail (1487-1524) büyük yenilgiden sonra toparlanamamış ve 1524'de ölmüştü. Anadolu Alevilerini Erdebil Tekkesi'ne bağlayan, Hoca Ali'den (1392-1429) bu yana en büyük halka da kırılmış bulunuyordu. Anadolu’daki Alevi-Bektaşi inançlı halk kitleleri kendi şahlarını yaratmalıydılar. Bunu Hacı Bektaş Dergahı'nın başındaki Kalender'in kişiliğinde buldular.
Sonuçta Osmanlı, savaşta yenemediği Kalender güçlerini onların hazır olmadığı içten parçalama siyasetiyle güçten düşürdü. Kalender Çelebi, elinde kalan birkaç bin kişilik kuvvetle Kayseri- Sarız üzerinden Nurhak Dağları'na çekildi. Elindeki inançlı ama yetersiz kuvvet, Sadrazam İbrahim Paşa'nın adamları tarafından Başsaz (ya da Başsan) adlı yerde tuzağa düşürüldü. Kalender'in taraftarlarından pek azının kırımdan kurtulabildi.
Bektaşi Tekkeleri uzun bir zaman kapatıldı.
- 8 şubat 1514
8 şubat 1514 Romanyalı tarihci Nicolau Jorga “Osmanlı Tarihi” kitabında Venedik locası arşivlerinde bulduğu 8 şubat 1514 tarihli bir belgede, Osmanlı Anadolusunda ahalinin beşte dördünün (%80) Alevi olduğu yazılı. Anadolu Dini inançları üzerinde yazılarıyla ünlü Prof. Franz Babinger bunu abartılı buluyor ama yine de bu dereceye yakın olduğu kanaatinde.
- 1514: Yavuz Sultan Selim Çaldıran’da Şah İsmail’i yendi ve yaptığı Alevi Katliam/Soykırımı
- 1517 Yavuz Sultan Selim'in halifeliği Osmanlı İmparatorluğuna getirmesi
- 1517-18 Bozoklu Şeyh Celal (Celali... Erzincan)isyanı
- 1525-27 Baba Zünnun (Höyüklü) isyanı
- 1527/28 Şah Kalender Çelebi (Nurhak) isyanı
- 1533/1534 - Süleyman/Kanuni’nin Seyhulislami olan Ebusuud Efendi'nin fetvalari ve yaptığı Alevi Katliam/Soykırımı. Seyhülislamlık kurumu, Kanuni döneminde önem kazanarak Divan'da yerini aldı.
- 1547/1551(?) veya 1578/1590 (?) Koca Haydar/Pir Sultan Abdal (Si-vas... Mal Pazarı Meydanı) isyanı
1547/1551(?) veya 1578/1590 (?) Koca Haydar/Pir Sultan Abdal (Sivas... Mal Pazarı Meydanı) isyanı Şah İsmail'in ölümünün ardından, Hacı Bektaş Veli Dergahı'nı Erdebil'in önüne geçirme ve merkez yapma siyasetini cesaretle ortaya atıp savunan Pir Sultan Abdal, Osmanlı'nın Bektaşileri ve Alevileri birbirinden ayırma ve parçalama gayretini boşa çıkarmış, Dergah postnişini Kalender Çelebi'yi ezilen Anadolu Alevi kitlelerinin kurtarıcı “Şah”ı olarak görüp, onun övgüsünü yapmıştır. Bektaşi ve Alevileri tam birliğe yöneltmiştir. Ve de, inançları doğrultusunda başını vermekten çekinmeyen Alevi halk topluluklarını Muhammed-Ali, Hüseyin, Ehlibeyt, On İki İmam sevgisi; Muaviye Yezit Mervan laneti, yani “Tevella ve Teberra” simgeleri içinde Kalender Şah’ın çevresinde toplama, birleştirme çağrıları yaptığı anlaşılıyor.
Şiirlerine simgeleri öylesine ustalıkla yerleştirmiştir ki, bunlar adeta Pir Sultan’ı koruyucu örtü olmuşlardır.
Pir Sultan Abdal yaşadığı dönem, özellikle ilişkide bulunduğu halk hareketleri konusunda üç tartışmalı görüş bulunmaktadır: Birinci görüşe göre, Pir Sultan 2.Bayezit (1483-1512), Yavuz Selim (1512-1520) ve Kanuni Süleyman (1520-1566) dönemlerinde Alevi halk kıyımlarını yaşamış; Şah Kulu'ndan başlayarak, Kalender Şah dahil birçok başkaldırılara tanık olmuş ve içinde bulunmuştur. Kanuni'nin İran seferi sırasında uyguladığı köylü-Alevi kırımı sonucunda idam edilmiştir. Yani Pir Sultan 1475/80 ile 1547/50 yılları arasında yaşamış oluyor. Bu görüşün gerçeğe yakın olma ihtimali çok büyük.
İkinci görüşün iddiası, Pir Sultan'ın, Aziz Mahmut Hüdai'nin 1.Ahmet'e yazdığı mektupta adı geçen Hızır Paşa tarafından, 1603-1608 yılları arasında astırıldığıdır.
Üçüncüsü ve son zamanlarda en çok kabul görmüş olanı ise, ilk kez araştırmacı İlhan Başgöz'ün S.Eyuboğlu'nun Pir Sultan Abdal derlemesine yazdığı önsözde ortaya attığı görüştür. (Bkz. S.Eyuboğlu, Pir Sultan Abdal, İstanbul-1983, s.11-56) Bu sava göre, Pir Sultan Abdal, 1577-78'de 50 bin kişiyi toplayarak Osmanlı'ya büyük bir başkaldırı hazırlıklarına girişen ve yönetimi dehşete sokan “Düzmece Şah İsmail” hareketiyle doğrudan ilişkisi yüzünden, 1588-90 yılları arasında Sivas'ta valilik yapmış Hızır Paşa tarafından asılmış olabileceği savıdır. Bu düşünce Mehmet Bayrak tarafından biraz daha da geliştirilmiş görülmektedir. (Bkz. Mehmet Bayrak, Pir Sultan Abdal, Ankara-1986, s.111-133)
Devrimciler Pir Sultan'ın kavga şiirlerini kendilerine bayrak yaparken, onu Aleviliğinden soyutlamaya çalıştılar. Sünni bağnazlar ise son günlerde büyük ozanın engin Ali sevgisini çarpıtarak, Alevilerin Müslümanlığını korumak(!) adına, - daha doğrusu onları Şii görmek istedikleri için - Pir Sultan'ın “Alevi olmadığını”söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Ama, Pir Sultan bunlara kendisi karşılık veriyor:
Ezelden divane etti aşk beni
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
Niçin dahledersin tarık düşmanı (tarık:yol)
Hüseyni'yim Alevi'yim ne dersin
Alevî çevrelerindeki yaygın inanışa göre Sivas Valisi Deli Hızır Paşa’nın emriyle Banaz’dan Sivas’a götürülüp Paşa Kalesi’ne hapsedilir. Hızır Paşa, sorgulama sırasında tâvizsiz bir tutum takınan Pîr Sultan’ı Toprakkale’ye nakleder ve durumu Osmanlı sarayına bildirir. Saraydan gelen emir üzerine bugünkü Sanayi Çarşısı karşısında Kesimevi’nin bulunduğu Surdibi’nde idam edilir. İdam edildiği yer halen “Darağacı” diye anılmaktadır. Mezarı günümüzde mal pazarı olarak kullanılan alandadır.
- 17ci yüzyıl sonrası Alevilerin içe kapanma devri:
17ci yüzyıl sonrası Alevilerin içe kapanma devri: Osmanlının duraklama devrine girdiği dönemden itibaren Anadolu’da bölge bölge ocaklar, hatta bu ocakların içinde bâzı köyler, korkudan içlerine kapandılar, dağlık bölgelere göç ettiler ve bir Dede etrafında kapalı devre yaşadılar. Sünni İslam baskısıyla ve «Kızılbaş»lık etrafında ki karalamalardan kendilerini müdafaa durumuna düşüp saklanmak için tedbirler almak, « takiyye » yapmak ve erkânlarında bir çok değişiklikler yapmak (mesela bâzı yörelerde Türk geleneğinden cem ayinine gelen «dem»in kaldırılması gibi), hatta yer yer Sünni İslamı andıran (arapca dualar gibi...) unsurlar ilave etmek zorunda kaldılar. Anadolu Alevi İslamı «görünmez» olmağa gayret etti.
Bu dönemden itibaren Alevilerle Bektaşilerin de farklı gelişmeleri göz çarpıcıdır. Sosyal açıdan Balkan’lardaki ve İstanbul’daki Bektaşilerle Anadolu’daki Aleviler arasında farklılaşmalar daha fazla göze batar oldu. Anadolu köylüsü daha da fakirleşirken eğitimden de nasibini alamadı. Siyasi açıdan, isyanlar ve ekonomik sıkıntılardan dolayı, Anadolu din liderleri iktidardan uzaklaştılar. Kentlerde az çok okur yazar ve sınıfsal olarak merkezi idareye yakın olduklarından resmi inanışın etkisiyle erkânlarında Kur’andan âyetler ve süreler okuyarak değişiklikler yaptılar.
- 19cu yüzyıl İlk çağdaş diyebileceğimiz Alevi kimlik sorgulanması:
19cu yüzyıl İlk çağdaş diyebileceğimiz Alevi kimlik sorgulanması: Bu değişikliklerin Anadolu Batınî İslam tarikatları ve Alevi Ocakları üzerinde de etkisi oldu. Kırsal kesimde, nadir de olsa, bazı irili ufaklı ocaklar zamanla uğradıkları sünni etkilerden kurtulma çabaları gösterdiler. Mesela Tokat yöresine hakim olan Hubyâr Sultan ocağını fazla «sünnileşmiş» bulan bir kısım Aleviler bu ocağı terkederek Tokat-Zile’de Veli Baba-Ança Bacı etrafında toplanıp ayin ve erkânlarını bu etkilerden arındırdılar. Tabii bu arındırmanın ne derecede bir arındırma olduğunu yorumlamak bize düşmez; mühim olan ufakta olsa bir Alevi topluluğunun böyle bir zorunluk hissetmesidir. Bu yavaş yavaş yaygınlaşarak sonra daha açık seçik sorulacak «Biz kimiz? İnançlarımız neden böyle? Nereden geliyor bu inançlar? » gibi kimlik sorularının bir başlangıcıydı.
«Alevi» terimi de bu sıralarda tekrar dini konuşmalarda yerini almağa başladı. Osmanlı arşiv belgelerinde 19.cu yüzyıldan önce « Alevi » kelimesine rastlanmazdı. Tarikatların eriyip kaybolmasıyla, geri kalan ocakların, birbirlerinden farklılıklar göstermelerine rağmen Bâtınî İslamın temsilcisi olarak aynı temelden çıktıkları için yani hepsinin Ali yandaşı (Şia-i Ali) Gayrı Sünni olmaları ve Sünniliğe karşı bir çatı altında isimlendirilmek istemeleri , genel bir kavram olarak «Alevi» teriminin dilimize girmesini sağladı. Yani bir «kimlik arama» ve bu kimliği adlandırma, tarif etme, kendini kabul ettirme devri başladı diyebiliriz. Osmanlı siyasi iktidarı tarafından «kullanılıp» sonrada görevini bitirince «terkdedilen» Bektaşilikte bu yeni «Alevi» kavramı içinde kaldı.
- 15 Haziran 1826 Yeniçeri Oçağı ve 10 Temmuz 1826 Bektaşi Dergahları kapatıldı:
15 Haziran 1826 Yeniçeri Oçağı ve 10 Temmuz 1826 Bektaşi Dergahları kapatıldı: 19cü asrın başlarında Tanzimat hareketiyle büyük değişiklikler oldu. Bu değişikliklerin, dînî açıdan da, hem sünni hem Alevi-Bektaşi kesimde önemli neticeleri oldu. Bektaşiliğin önemli etki alanı Yeniçerilik 15 Haziran 1826 da kapatıldı. Ocağa manevi destekle birlikte halkın yakınlığını sağlayan Bektaşi Dergahları IIci Mahmut tarafından Seyhülislam Arif Efendi'nin fetvasiyla 10 Temmuz 1826 kapatıldı. İstanbul’da Bektaşi büyüklerinden bazıları öldürüldü binaları yıkıldı. Tüm İmparatorlukta dergahlar kapatıldı ve talan edildi. Bektaşi babalarının çoğu sürüldü, dervişleri dağıtıldı, mülklerine el konulup cami, medrese, kervansaray, hastane gibi işlerde kullanılmak üzere verildi. Istanbul Bektaşi tekkelerinden bir çokları içlerindeki tüm eşya ve elyazması kitaplarıyla birlikte yakıldı. Dergah postnişliğine Naksibendi seyhi Mehmet Sait Efendi atandı. Böylece bütün Bektaşi mal ve mülkü Nakşibendilere verildi ve kalan dergah ve tekkelerin başına hep Nakşiler getirildi. Ancak tarikat yasadışı olarak yaşamını sürdürdü. Rumeli yavaş yavaş kaybedilmeğe başladığı zaman Bektaşilerde kısmen önemlerini kaybettiler.
- 1839 Bazı tekkelerin Bektaşiler tarafından tekrar açılması.
- 1866 Şeyhülislam’a bağlı Meclis-i Meşayih (Şeyhler Meclisi) kuruldu. Hedefi “Ehilyetsiz şeyhlerin göreve gelmesini ve tarikatların yozlaşmasını önlemek vetekke sayısını sabitleştirmek”. Kurul şeyhleri sınava tabi tuttu ve yayınları denetledi.
-1915 te “Seyyitler Toplantısı” ile ilk Alevi Ocaklar işbirliği girişimi:
1915 te “Seyyitler Toplantısı” ile ilk Alevi Ocaklar işbirliği girişimi: I. Dünya savaşı’na Osmanlı’nın girme kararı ardından 1915 sonbaharında Malatya Arguvan Mineyik’ta “Seyyitler Toplantısı” yapıldı. Toplantıya bildiğimiz kadarı ile Ağuçan, Kureyşan, Şeyh Hasan, Kara Pir Bad, Baba Mansur, Üryan Hızır, Hıdır Abdal, Battal Gazi, Sinemil, Hubyar, Güvenç Abdal, Piri Baba, Derviş Cemal, Garip Musa, Gözü Kızıl, Hüseyin Abdal, Dede Kargın, Şıh Bahşiş, Şeyh Ahmet, Şah İbrahim, Pir Sultan, Şah Şaddı, Hızır Samut, Saru Saltuk, Çoban Abdal, Şeyh Delil Berhican, Haydar Baba, Seyyit Sabur, Celal Abbas, Zeynel Abidin, İmam Rıza, Koyun Baba, Şıh Çoban, Veli Baba, Koca Leşker, Abdal Musa, Ali Baba, Hüseyin Gazi, Hasan Dede, Koç Baba, Dedemoğlu Ocakları katılıyor. Sonradan Hacıbektaş postnişini Cemalettin Çelebi’nin de katıldığı bu toplantıda önemli kararlar alındı:
1- Ocakların taliplerinin köy/köy belirlenmesi,
2- Katılan ocakların “Mürşid-Pir–Rehber” bağlantıları açıklanıyor,
3- Genç yaşta olmasına rağmen Hüseyin Doğan Dede’nin İnsan-ı Kamil olarak mürşitliği, Cemalettin Çelebi’nin de Hacıbektaş postnişinliği oy birliği ile tescil ediliyor.
4- Bir “Mücahidin Alayı” kurulması ve C. Çelebi’nin bu alayın başına geçmesi
Burada bilhassa ilk iki nokta Anadolu Aleviliğin niceliği ve niteliği açısından bir “Birlik” perspektivinde çok önemli bir girişim vardır. “Ne kadarız ve kim kime bağlı?” ve “Dinsel bağlantımız nedir ve dinsel otorite kimde?” sorularına cevap aranıyor. Bu sorgulamalar bugün içinde geçerlidir.
Bu toplantı ve Mücahidin Alayı’nın kurulması, Kurtuluş Savaşı hareketi ile Alevi ve Bektaşi kesimin bağlarını da bir anlamda belirliyor.
- 11 eylül 1919 da Sivas Kongresinden
11 eylül 1919 da Sivas Kongresinden sonra Ankara'ya giderken Hacı Bektaş'ta Çelebi Cemalettin Efendi ile 2 gün görüştü. “Pirevi Protokolu” hazırlandı. Pirevi Protokolü Sünni halifeliğin kaldırılmasını ve okullarda Sünni-Hanefi İlmihali'nin okutulmamasını öngörüyordu. M. Kemal bizzat söz verir. Buna karşılık Alevi-Bektaşiler de ulusal mücadeleyi destekleyeceklerdi.
- 23 nisan 1920 Cumhuriyet'in ilanından önce ilk Millet Meclisi başkanı Mustafa Kemal başkan yardımcılığına Cemalettin Çelebi'yi getirdi. Mecliste de bir çok alevi mebus vardı.
- 6 Mart 1921 - 20 Haziran 1921 Koçgiri İsyanı: 1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'ne karşı Koçgiri, Pezgavır, Maksudan, Aslanan, Kurmeşan, Parçikan, İzol ve Giniyan aşiretlerinin içinde bulunduğu bir isyandır. Koçgiri aşireti reisi Alişan Bey ile kardeşi Haydar Bey ve Gülağaoğullarından Mehmed İzzet, Naki, Hasan Askeri, Kazım ve Alişir yönetmiştir.
Şubat 1920’de, Koçgirililer, ABD Başkanı Wilson’un ünlü ‘14 İlkesi’nden, savaş sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan halklarına özerklik verilmesini öneren 12 ilkesi uyarınca özerklik taleplerini yaşama geçirmek üzere harekete geçti. Hareketin liderliğini II. Abdülhamid tarafından paşalık rütbesi verilen İboların (Koçgiri aşiretlerinin en büyüğüydü) reisi Mustafa Bey’in oğulları Alişan ve Haydar beyler ile bu beylerin maslahatgüzarı olan Alişer (Alişir) Bey yapıyordu.
Daha snra Baytar Nuri, Hüseyin Abdal tekkesinde Cangaben ve Kurmeşan gibi aşiretlerin reisleriyle birlikte toplantı düzenleyerek Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Dersim ve Koçgiri'den oluşan bağımsız Kürt devleti kurmasını kararlaştırmıştır. Temmuz 1920’de Alişan Bey’in güçleri Kangal-Zara bölgesini kontrol etmeye başladı. Ağustos ayında, Refaiye yöresinden Şadan Aşireti’nin reisi Paşo’nun adamları Ankara’ya bağlı bir birliğe saldırdı. Ardından Alişan Bey Refahiye’yi, kardeşi Haydar Bey İmranlı’yı kontrol altına aldı. 25 Kasım 1920'de "Batı Dersim Aşiret Reisleri", Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Sevr Antlaşması'nın uygulanması gerektiğini ve aksi halde silah zoruyla hakkı almaya mecbur kalacağını açıklamıştır. Ayaklanma, bölgedeki 6. Süvari Alayı’nın bir grup asker kaçağını yakalamak isterken baskına uğramasıyla 6 Mart 1921’de başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti Sakallı Nurettin Paşanın Merkez Ordusu'nun emrinde Topal Osman Ağanın bizzat komuta ettiği 42. ve 47. Giresun Alaylarını isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. Nisan’da harekatın birinci evresi sona erdiğinde asiler küçük gruplar halinde dağılarak Kuzey ve Kuzeydoğu yönünde kaçmışlardı. Bundan sonraki ikinci etapta geniş çaplı takip harekatı ile asilerin etkinliği iyice kırılmış, 17 Haziran’da asilerin elebaşılarından Haydar Bey’in kardeşi Alişan ve 32 asi ileri geleni ile 500’den fazla asi teslim olmuş, bunlar muhakeme edilmek üzere Sivas’a gönderilmişler. İsyan Haziran 1921'de tamamen bastırılmıştı. Nuri Dersimi ve Alişer Bey kaçmayı başarmıştı. 300 civarında isyancı ölüm dahil çeşitli cezalara çarptırıldıysa da Ebubekir Hazım Bey’in telkinleriyle affedildi.
1926 yılından itibaren Ankara, Dersim’i kesin şekilde zapturapt altına almak için kolları sıvayacak, yazılan acı reçetelerin sonucu da 1937-1938 Dersim Kırımı olacaktı...
- 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması
24 Temmuz 1923 Lozan Barış Antlaşması imzalandı: Azınlık yahudi ve bazı hıristiyan inançlara (mesela Süryani, Kaldeen... inançlar hariç) haklar tanındı.
-29 Ekim 1923 “Teşkilatı Esasiye Kanunu ’nun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun” ile din Anayasa’ya girmiştir.
Madde 2- Türkiye Devletinin dini, Dini İslam’dır, Resmi lisanı Türkçedir.
- 3 mart 1924 Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığının) kaldırılması ve Başbakanlığa bağlı Din İşleri Reisliği kuruluyor
- 3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat kanunu
- 3 mart 1924 Halifeliğin kaldırılmasına
- 8 Mart 1924 Dinsel Mahkemeler kaldırıldı.
- 20 Nisan 1924 İkinci Anayasa: Anayasası’nda devletin dininin, İslam dini olduğu belirtilmiştir. Hilafetin Anayasa’dan önce kaldırılmış olmasına ve Anayasa’nın kendisinin de laik unsurların bulunmasına karşın, koşullar böyle bir kuralın Anayasa’da yer almasını gerektirmiştir. Bu ifadenin Anayasa’nın 2. maddesinden çıkartılması ancak 10 Nisan 1928’de yapılan Anayasa değişikliği ile olabilmiştir.
- 17 Kasım 1924 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (İlerici Cumhuriyet Partisi) Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk muhalefet partisinin Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar’ın öncülüğünde kurulması. Parti tüzüğünde cumhuriyet ilkesinin, liberalizmin ve demokrasinin benimsendiği belirtilirken aynı zamanda dini inançlara da saygılı olunduğu açıklanmıştır.
- 11 Şubat-nisan 1925 Şeyh Sait ayaklanması: Başlangıçta isyan İslâm şeriatının tesisi adına başlatılmış ise de sonradan Kürt istiklâl hareketine çevrilmişti. Şeyh Said ve 46 arkadaşı, 29 Haziran 1925’te Diyarbakır’da Dağkapı Meydanı’nda idam edilmişti.
- 30 kasım 1925 “Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması”, 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilip 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 677 sayılı kanun ile uygulamaya konmuştur. Konya milletvekili Refik Bey (Koraltan) ve beş arkadaşının önerisiyle meclise sunulup kabul edilen Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun; bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklamıştır. Ayrıca yasa ile Türkiye Cumhuriyeti içinde padişahlara ait ya da bir tarikata çıkar sağlamaya yönelik tüm türbeler kapatılmış, türbedarlıklar kaldırılmıştır. Yasaya aykırı davrananlara para ve hapis cezası getirilmiştir.
Bu kanunla 773 tekke ve 905 türbe kapatıldı. Buna rağmen alevi desteği devam etti.
Yasa değişikliği konusu, ilk defa 1947'de CHP'nin VII. Kurultayı'nda gündeme geldi. Kurultayda programın milliyetçilik maddesine ilişkin söz alan Hamdullah Suphi Tanrıöver, gençlere milliyet duygusunun verilmesi için türbelerin tamir edilmesini, açılmasını önerdi. Kanun değişikliği içeren yasa tasarısı, 21 Ocak 1950'de başbakan Şemsettin Günaltay tarafından meclise sunuldu; geniş bir mutabakatla 5 Mart 1950'de yasalaştı. Yeni yasa, türbelerin bir bölümünün Millî Eğitim Bakanlığı onayı ile açılmasına olanak sağladı. Yasa, 1982 anayasasında "İnkılap kanunları" (anayasanın 174. maddesine göre anayasaya aykırılığı iddia edilip iptal edilemeyecek kanun) arasında kabul edilerek koruma altına alınmıştır. 1990’da çıkan yasa ise türbelerin açılması için Bakanlar Kurulu onayının alınması şartını ortadan kaldırdı; Kültür Bakanlığı’nın onayı yeterli görüldü. Siyasilerin tarikat mensupları ile ilişki kurması sonucu tarikatların itibar kazanması ile yasa uygulanmaz duruma geldi. Tarikatlar, yasaklı olmalarına rağmen etkinliklerini sürdürebilmektedirler
- 3 Şubat 1928 İstanbul'da Hutbe ilk defa Türkçe olarak okunmaya başlandı.
- 10 Nisan 1928 Anayasadan dinsel içerikli sözcüklerin kaldırılması hakkında 1222 sayılı yasa kabul edildi.“Devletin dini İslam’dır” ibaresinin anayasadan çıkarıldı (Bu tarihten itibaren devletin laiklik esası fiilen ve hukuken resmen
kabul edilmiş oldu).
- 12 Ağustos 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı Ali Fethi Bey (Okyar), Paris Büyükelçiliği’nden dönüşünde Gazi Mustafa Kemal’in önerisi ve onayıyla kurdu. Programında, partinin cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik ilkelerine bağlı olduğu vurgulanıyor, yabancı sermayenin ülkeye girmesinin özendirilmesi isteniyor, ekonomik yaşamda sürekli devlet müdahalesine karşı çıkılıyordu.
- 23 aralık 1930 İzmir Menemen’de Şeyh Esat'ın Manisa'da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Laz İbrahim tarafından yönlendirilen, Manisa tarafından gelen çember sakallı, sarıklı ve cüppeli dördü silahlı 6 kişi, 23 Aralık 1930'da sabah namazından sonra Derviş Mehmet adlı Nakşibendi şeyhi şeriat yanlılarıyla ayaklandı. Bu irtica olayında asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay ile bekçi Hasan ve Şevki öldürüldü.
- 21 Haziran 1934 İskân Kanunu yürürlüğe girmiştir. İskân Kanunu, Doğu bölgelerinde huzur ve asayişin sağlanması için alınması gereken güvenlik önlemlerinden, isyan odaklarının Batı Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve bölgede iskânın yeniden düzenlenmesi kararlarından, devlet denetiminin sağlanması için yol, köprü yapılması, tarım ve ziraatı geliştirmek için halkı toprak sahibi yapmayı, okullar açarak okur-yazarlık oranını artırmayı, ulusal kimliği oluşturacak eğitimin yapılmasını ve Türkçenin yaygınlaştırılmasını içermektedir. Yasayla birlikte Türk olmayan azınlıklara yönelik toplu ve zorunlu yeniden yerleştirme yoluyla yeni bir asimilasyon politikası yürürlüğe girdi. Bu kanunun hedefi tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yapmaktı. Yerleşim bölgeleri, kişilerin Türk kültürünün uyuşmasına göre üç ayrı bölgeye ayrılmıştır:
1ci alanlar - Türk kültürlü nüfusunun yoğunlaşması istenilen yerlerdir.
2ci alanlar - Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerlerdir.
3cü alanlar - Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebeplerile boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamet yasak edilen yerlerdir.
Kanuna göre Türk soyundan olsa da beş grubun ülkeye göç etmesine izin verilmedi:
- Türk kültürüne bağlı olmayanlar,
- Anarşistler,
- Casuslar,
- Göçebe çingeneler,
- Memleket dışına çıkarılmış olanlar
- 25 Aralık 1935‘te Tunceli Kanunu çıkarılır.
- 25 Aralık 1935‘te Tunceli Kanunu çıkarılır. Bu kanunla birlikte Dersim’in adı Tunceli olarak değiştirilir. Dersim’i temizleme politikalarını uygulama sürecinin kilit adımlarından biri 25 Aralık 1935 tarihinde TBMM’de kabul edilen 2884 sayılı “Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun”dur.
Bu kanunun ilk özelliği ili yöneten valinin komutan ve aynı zamanda 4. Umum Müfettişlik görevini de yürütecek kişi olması ve kendisine son derece geniş yetki tanınmasıdır. “Vali ve kumandan lüzum gördüğü taktirde vilayeti teşkil eden kaza ve nahiyelerin hudut ve merkezlerini değiştirmeye” (Madde 2) ve “lüzumlu görürse vilayet halkından olan fertleri ve aileleri vilayet içinde bir yerden diğer yere nakletmeğe ve bu gibilerin vilayet içinde oturmalarını menetmeğe selahiyetlidir.” (Madde 31)
- 1935-36 Dersim’i Silahtan Arındırma Çalışmaları
Tunceli Kanunu’nun yürürlüğe girdiği ilk aylarda askeri kuvvetler tarafından gerçekleştirilen uygulamalardan biri devletin Dersim’de silah toplama kampanyası başlatmış olmasıdır. Her ailenin silahını ilgili kuruma teslim etme mecburiyeti getiren uygulama İnönü’nün Kürt Raporu’nda da öngörülmüştür. Kamu görevlilerinin raporlarına göre 1936 yılında yapılan bu uygulamada
Dersimliler hükümete 7.880 silah teslim etmişlerdir. Bundan sonraki süreç, Kürt Raporu ile Tunceli Kanunu’nda öngörülen biçimde devam etmiştir.
- 1935 İnönü’nün Kürt Raporu’nda Dersim (1935)
1935 yılında Başbakan İnönü, Atatürk’ün emri üzerine Anadolu’nun Kürt coğrafyasını kapsayan bir seyahate çıkar. İnönü, Dersim dahil bölge halkını ve yetkilileri dinleyecek ve izlenimlerini bir rapor olarak Atatürk’e sunacaktır. Raporda şu vurgu yer almaktadır:
“Erzincan’da Dersim Kürtlerine karşı vaktiyle set olan Türk köyleri dağılıp zayıflayarak ve Ermeniler kâmilen (tamamen) kalkarak Dersimlilerin istilasına karşı meydan tamamen boş kalmıştır. Erzincan yanındaki boş köyler, Dersim’in semiz halkı ile süratle dolmaktadır.
Erzincan beyleri arazileri de işlemek için Dersimlileri maraba adı ile kullanmaktadır. Bu beylerin bir nevi Dersimli himayesine sığınmasıdır. Bu köyler ve marabalar Dersim çapulcu kollarının içeri yayılması için menzil ve yatak rolü yapmaktadır. Az zamanda Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden ciddi olarak kaygılanmak yerindedir.”
Dersim vilayetinin teşkili ile askeri bir idare kurulması ve Dersim ıslahının bir programa bağlanması da bu raporda öneri olarak yer almış ve adım adım uygulanmıştır:
“Dersim vilayetinin yeniden teşkiliyle askeri bir idare kurulması ve Dersim ıslahının bir programa bağlanması lazımdır. Program, hazırlık, silahtan tecrit ve icap ederse iskân safhalarını ihtiva edecektir. 1935 ve 1936’da yolları, karakolları yapılacaktır. 1937 ilkbaharına kadar hazır olursa mürettep ve seferber 2. Fırka kuvvet ilbaylığı emrine 1937 ilkbaharında verilecektir. Süratle bütün Dersim silahtan tecrit olunacaktır.”
Dersim için öngörülen program o kadar önemli ve gizlidir ki, İnönü’ye göre:
“Bu tasavvurları icra vekilleri ve Genelkurmay başkanı ile Kamutay başkanından başka yalnız ilbay ve iki Genel Müfettiş ve üç ordu müfettişi şahsen bileceklerdir. Maliye memurları bilmeyecektir.”
İnönü’nün raporunda önem verdiği konulardan biri de yatılı okullardır:
“Türk camiası içinde kaynaştırmak istediğimiz kimseleri Kürtçe yerine Türkçe ile konuşur hale getirmek icap eder... Bunun için, yemesi, köyünde köylüsünün, anasının, babasının yediğinden ayrılmak, yatağını basit tahta kerevetini kendilerine temin ettirmek suretiyle devşirme ile köy çocuklarını alıp yatılı mektepler kurmak icap eder… Bu okullarda sırf Türkçe konuşmayı ve Türklük propagandasını, Türk büyüklerine karşı sevgi uyandıracak bir program takip edilecek, öğrenim süresi üç yıl olup çocuk senenin on, on bir ayında okulda kalacak. Bunun için kanun çıkarılmalı. Bu misyoner tarzında bir temsil takibidir.”
- 6 Ocak 1936 Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu ve başına General Abdullah Alpdoğan atandı. Dersim’de stratejik merkezlerde kışla ve karakol inşaasına başlandı. Ardından gelen karakol baskınları oldu.
- 1936 sonlarına doğru Fransa ile Türkiye Hatay sorunu yüzünden savaşın eşiğine gelince; Dersim'deki Kürtçü aşiretler, Seyit Rıza'nın önderliğinde yeniden saldırgan hale geldiler.
- 5 şubat 1937 Laikliğin Anayasaya Girmesi: yapılan değişiklikle, 2. maddeye, Devletin temel nitelikleri olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin programında yer alan altı ok, “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı,, Milliyetçi, Laik, Devletçi ve İnkılapçıdır” biçiminde girmiştir.
- 1937 de laikliğin benimsenmesiyle devletin Alevi yayınlar kesiliyor.
- 1937-1938 Dersim Olayları Bu sürecin en önemli adımlarından birisi sürgünü yasal hale getiren İskan Kanunu. Bir maddesi şu şekilde: “Madde 13/3: Türk ırkından olmayanların, serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil edilmeyecek şekilde kasaba ve şehirlere iskanları mecburidir”. Amaç, homojen bir topluluğu belli bölgelere dağıtarak zaman içinde asimile etmek, baskın kültüre, devlet kültürüne uyumlu hale getirmektir. Bir diğeri de Tunceli Kanunudur. Yasanın uygulanmaya başlamasıyla 1937 başlarında yeni olaylar çıktı.
- 20/22 Mart 1937 (Kahmut Olayı) 1936‘da başlatılıp kış nedeniyle ara verilen kışla-karakol inşaası 1937 Mart’ında devam ettirilince, kesintiye uğrayan direniş de Karakol baskınları tarzında yeniden başladı. S. Rıza’nın köyü ve çevresi bombalandı. Şeyh Hasan aşiretine mensup olan Abasan Aşireti reisi Seyit Rıza önderliğinde, askere gitmek ve vergi vermek istemeyen diğer aşiretlerce de desteklenen bir grup tarafından 20-21 Mart 1937 gecesi Tunceli’ye karadan tek geçiş olan Harçik köprüsünün yıkılması, köprüyle Kahnut Bucağı arasındaki telefon hattının kesilmesi ve bölge askeriyesine düzenlenen saldırı ile başladı. Askeriyedeki bütün askerler öldü. Askeriye yakıldı. Bunun üzerine resmen isyan başladı. İsyan bölgenin coğrafi durumu nedeni ile büyüdü. Ayaklanmayı Kureyşan aşireti başlattı ve özellikle Demenan, Haydaran ve Yusufan aşiretlerinin katılımı ile iyice genişledi. Ayaklanmaya toplam yaklaşık 6.000 kişilik bir grup katıldı. General Abdullah Alpdoğan düzenlediği ilk harekât büyük başarısızlıkla sonuçlandı. Aşiretler ise bunun verdiği moralle tamamen silahlandı. Bu yüzden isyanı bastırmak iyice zorlaştı. Abdullah Alpdoğan yanına aldığı 50.000 asker (üç kolordu ) ile bölgeye gitti fakat dağları bir türlü aşamadı. Bunun sonucunda gerekli olanın bir hava saldırısı olmasına karar verdi. Gerekli onayı alınca Sabiha Gökçen'i davet etti. Sabiha Gökçen de kabul edip Hava Kuvvetleri'nden 3 uçak filosu ile havadan saldırı gerçekleştirdi. İsyancıların saklandıkları en büyük yer olan Laş mevkiini yerle bir etti.
Yapılan harekât başarı vermeyince, askerler bölgeye girmeyi başaramadı.
- 26-27 Mart (veya 26 Nisan 1937) Seyit Rıza’nın oğlu Bıra İbrahim (Bava), babası adına askeri harekatın durdurulmasını talep etmek üzere gittiği Hozat dönüşünde Kırğan köyü Deşt’te misafir olduğu evde uyurken öldürülür. M. Nuri, bu siyasi cinayeti Alpdoğan’ın adamı Binbaşı Şevket’in adamlarının örgütlediğini yazar.
S. Rıza, misilleme olarak Kırğan aşiretinin merkezi Sin bucağını ve karakolunu basar. Ordu, Kırğan aşireti eşliğinde saldırıya geçer. Böylece S. Rıza ve aşireti ile Bahtiyar aşireti de başlamış bulunan çatışmalara katılırlar. Çatışmalar fiilen toplu bir direnişe dönüşür. Aşiretler arasında genel bir birlik kurulamaz. Sadece Yukarı Abbas, Bahtiyar, Ferhad, Karabal, Yusufan, Demenan ve Haydaranlar’dan oluşan toplam 7 kadar aşiret kendi aralarında direniş için ittifak kurup Halvori-Vank civarında yemin ederler ve topluca direnişe geçerler. Alpdoğan, aşiretler arasında birleşmeleri engellemek, direniş kararı alan S. Rıza liderliğindeki yedi aşireti tecrit etmek için çabalar. Bu amaçla söylentisi dolaşan boşaltma ve sürgün kararını yalanlamaya, saklı tutmaya özen gösterir. Ajanları dolayımıyla aşiretlerarası kavgaları körükler, direnişin önderlerini ortadan kaldırmak için çalışır. S. Rıza ile bir toprak meselesi yüzünden anşlaşmazlığı bulunan yeğeni Rehberi ve çetesini kendisiyle işbirliğine ikna edip kullanır. Rehber, verilen görevleri yerine getirdikten sonra onu da öldürtür.
- Nisan 1937 Askeri birliklere baskınlar. Direniş sürüyor.
- 1-3 Mayıs 1937 Mazgirt’e ve Mazgirt Köprüsü’ndeki birliklere saldırı. Sabiha Gökçe’nin de katıldığı 15 uçaklık bir filo Zel, Kırmızı Dağ, Yukarı Bor (Keçizeken) çevrelerini bombalar.
- 4 mayıs 1937 Bakanlar Kurulu, “Tunceli’de vukua gelen olaylara dair raporları, 4 Mayıs 1937 tarihinde Atatürk’ün ve Mareşal’in huzurları ile tetkik ve mütalaa eder, ek toplanacak askeri kuvvetlerle, Nazımiye-Keçigezen-Aşağı Bor-Sin Karaoğlan hattına kadar şiddetli ve etkili bir taarruz harekâtına başlanması kararı verir.
- 8 Mayıs Genelkurmay, Dördüncü Genel Valiliğe 8 Mayıs’ta genel tenkili (Bor/Kırmızı Dağ-Sin-Karaoğlan hattına ulaşacak hücüm harekatını) başlatması emrini iletir.
- 19 Mayıs Yukardaki emir üzerine 25. Alay Kırmızı Dağ zirvesini bir saldırıyla işgal eder, tespit edilen Nazımiye-Kırmızı Dağ-Sin-Karaoğlan hattına ulaşır. Bu saldırı için 19 Mayıs gününün seçilmiş olması dikkat çekmektedir. Bu saldırının başarısı Yusufanlılar‘ın ittifak yeminini bozup direnmeyişlerine, dahası orduya destek olmalarına bağlanmaktadır. Bu ani ilerleme savaş alanındaki sivil halkın Kalan ve Kutu derelerindeki sığınaklara yerleştirilmesine neden olur. Aşiretlerin çoğu tarafsız, bir bölümü devletten yanadır. Direnenler küçük bir azınlıktır. Üstelik ittifakçıların bir bölümü saf değişmiştir.
- 26 Mayıs Bahtiyar köylerine ordu baskını ve bu bölgede önceden boşaltıldığı görülen Resikan, Gözerek, Varuşlar, Çökerek ve Çat köylerinin yakılması.
- Mayıs Sonu ve Haziran Başı Haydaran, Demenan ve Yusufanlılar’dan bazıları teslim olur.
- 14 Haziran 1937’ de Başbakan İsmet İnönü, TBMM’ye Dersim meselesini anlatırken, bu konuda abartılı yayınların yapıldığını, söyler: “Efkarı umumiyeye açıkça bildirmek isterim ki hükümet iki yıldır Tunceli’de bir Islahat Programını takip etmektedir... Bugünkü vaziyet şudur: Orada jandarma ve hükümet kuvveti tamamıyla teessüs etmiştir. Islahat programı fasıla görmeksizin devam etmektedir. Yol yapıyoruz, mektep yapıyoruz, karakol yapıyoruz.” (Tan, 15 Haziran 1937)
- 18 Haziran 1937 Başbakan İnönü Elazığ’a gelerek sürmekte olan harekatı görüşür.
- 22 Haziran Ordu birlikleri Zel, Bokir, Sıncık, Aziz Abdal dağlarını işgal ederler. 19 Mayıs’ta ulaştığı hattı daha da içerilere (kuzeye) taşır.
- Haziran sonu veya Temmuz başı Ordu Tujik Dağı’nı işgal eder. Bu dağın eteğindeki İksor Vadisi’nde sığınaklarda bulunan çoğu kadın ve çocuk sivil halktan binlerce kişiyi imha eder. Mağaraların girişi betonla kapatılarak veya ağzında ateş yakıp içine boğucu duman verilerek binlerce sivil yokedilir. Bu sırada can havliyle dışarı fırlayanlar vurulur. Kısacası İksor vadisinde tam bir katliam olur.
- 9 Temmuz 1937 Dersim ulusal hareketinin S. Rıza’dan sonraki en önemli önderi Alişer, eşi Zarife’yle birlikte Rehber ve çetesi tarafından öldürülür. Sekiz-dokuz kişilik bu çeteye Hıde Pırço (Pırço’nun oğlu Hıdır) da katılır. Alişer ve eşinin kesik başları Elazığ’daki “Dersim Fatihi“ Abdullah Alpdoğan‘a yollanır.
- 17-18 Ağustos Bahtiyar mıntıkasında (Tokmakbaba-Titenik-Sarıoğlan üçgeninde) çetin çarpışmalar. S. Rıza’nın ikinci eşi, büyük oğlu Şeyh Hasan, üç torunu ve bin kişilik kuvveti bu çarpışmada katledilirler. Bazı kaynaklar bu çatışmaların Koçan mıntıkasında yaşandığını söylerse de bu doğru görünmüyor.
- 28 Ağustos Bu sıralarda direnişe S. Rıza ve Sahan önderlik etmekteydiler. S. Rıza Bahtiyarlılar arasında bulunuyordu. Direnişçi 6 aşiret reisinden yakalanmamış olan sadece bu ikiliydi ve ordu onların peşindeydi. 28 Ağustos günü direnişin önemli bir önderi olan Bahtiyarlı Sahan, General Alpdoğan tarafından satın alınan üvey kardeşi Pırço oğlu Hıdır tarafından uyurken öldürülür. Gövdesinden ayrılan başı Hozat’taki Türk kumandanına teslim edilir. Rehber’in çetesinden olan hain Hıdır, Hozat dönüşünde Sahan’ın kardeşi veya amcasıoğlu tarafından öldürülür.
Sahan’ın öldürülüşü, gerçekten de Dersim direnişinin sonu olur. Sağ kalan Bahtiyar direnişçileri S. Rıza’nın aşireti Yukarı Abbas kuvvetlerine katılırlar. Fakat Sahan öldürülünce yalnız kalan Seyit Rıza, direnişe çağırdığı tarafsız aşiretlerden bir şey çıkmayınca çok geçmeden yakalanır ya da bir versiyona göre teslim olur.
- 5-13/15 Eylül 1937 S. Rıza Erzincan’a giderken veya gittiğinde yakalanır. Bir söylentiye göre yakalandığında komşu illere kaçmaya çalışıyordu. Bir diğerine göre kaçma girişimi yoktur. Kendi kararıyla Erzincan jandarmasına teslim olmuştur. Bir başka yoruma göre Erzincan valisi aracılığıyla görüşmeye çağrıldığı Erzincan’da beraberindekilerle birlikte tutuklanır. Bazı yaşlılara göre gittiği Pülümür yöresinde ihbar edilip yakalatılmış ya da bu ihbar üzerine gidip teslim olmuştur. Kaynaklarda Eylül’ün 5‘inde veya 10‘unda yakalandığı yazılıdır. Seyit Rıza’nın yakalandığı haberini 13-14-15 Eylül tarihli Tan, Kurun, Ulus gibi gazeteler vermektedir. Yakalanışına ilişkin ilk haber 13 Eylül tarihli gazetelerde çıkar. Tan gazetesinin resmi kaynaklara dayanarak verdiği bilgiye göre “Seyit Rızanın yakalanması ile Tunceli’de rejimin icaplarına aykırı yol tutan hiçbir şaki kalmamıştır. İmparatorluğun asırlarca ihmal ettiği dünkü Dersim’de şimdi tam bir sükun ve büyük bir ümran faaliyeti vardır.” (Tan, 14 Eylül 1937)Türk basını ve yetkilileri ondan “Dersim’in en ileri ve son sergerdesi“ diye sözederler.
-20 eylül 1937
20 eylül 1937 Atatürk’ün yakın arkadaşı ve neredeyse isimleri bir arada anılır olmuş olan İsmet İnönü’nün başvekillikten ayrılması ve yerine İktisat Vekili Celal Bayar’ın getirilmesidir. 20 Eylül 1937 tarihli resmi tebliğe göre, “Başvekil Malatya Mebusu İsmet İnönü’nün talep ve ricası üzerine, reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmiş ve başvekalet vekaletine İktisat Vekili Celal Bayar tayin edilmiştir.” Tebliğ, “kararın, hiçbir fikir ihtilafından doğmadığı, Atatürk ile İsmet İnönü arasındaki arkadaşlık ve sevginin her vakit ki kadar derin ve samimi” olduğunu özellikle duyurmuştur (Tan, 26 Eylül 1937).
İsmet İnönü için, başvekilliğinin son günlerinde 1937 Eylül ayında “Tunceli (Dersim) sorunu bitmiş ve devlet otoritesini tesis etmiştir.” 18 Eylül 1937’de Mecliste yaptığı konuşmada “birkaç aydır Türk efkarı umumiyesini işgal eden fakat bugün artık maziye karışmış olan Tunceli hadisesi” hakkında bilgi verirken, “bu harekâtın sonucu 51 yaralı ve 30 şehittir. İsyana iştirak edenlerin sayısı ise 265 maktul, 20 yaralıdır, müşevvik ve Sergerdeler faaliyet imkanlarından tamamıyla mahrum bırakılmışlardır,” demiştir (Tan, 19 Eylül 1937).
Ne var ki, İnönü’nün Eylül 1937’de başbakan olarak artık maziye karıştı dediği sorun, birkaç ay sonra Celal Bayar tarafından hükümetinin öncelikleri arasında yeniden yer almıştır.
Cumhurbaşkanlığı döneminde Süleyman Demirel’in Çankaya köşkündeki konuşmalarını aktaran Cüneyt Arcayürek, bu önemli konuda Demirel’in ağzından şu sözleri aktarır: “Atatürk ve mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunceli’yi temizlemek lazım geldiğine karar vermişler. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden, Celal Bayar’a sormuşlar; ‘yapar mısın?’ Celal bey bize anlattıydı. ‘Yaparım’ demiş. Girişmişler. İsmet paşada bir parça Kürt kanı vardı. Erdal Bey de bir iki kez ‘bizde biraz Kürt kanı vardır’ dedi.” (Arcayürek, 2000: 81)
Bildiğimiz kadarıyla resmi belgelerde hiçbir zaman yer almamış olan bu ayrıntı, konuyla ilgili genel tablo içine oturtulduğunda anlamlı hale gelmektedir. Bunun izlerini Celal Bayar’ın söylem ve icraatlarında görmek mümkündür.
- Ekim ayı ortaları S. Rıza Erzincan’dan Elazığ’a götürülüp orda toplanmış bulunan diğer Dersimli tutuklularla birlikte (toplam 58 kişi oldukları anlaşılıyor) askeri mahkemede Dersim’i isyana teşvikten ve bu isyana katılmaktan dolayı yargılanır.
- 25 ekim 1937 İnönü’nün ‘görevden alınması’ anlamına gelen bu kararın nedenleri yeterince tartışılmamış ve “başvekil” daha izin süresi dolmadan, 25 Ekim 1937’de başvekillikten kat’i olarak istifa ederek yerine Celal Bayar asaleten başvekilliğe atanmıştır. Hakkında çok konuşulan ama aynı zamanda ortak bir değerlendirme sağlanamayan bu gerilim konusu, yıllar sonra, gene devletin en üst kademelerindeki konuşmaların içinde yer alan bir ayrıntıyla anlaşılır hale gelmiştir.
- 15 Kasım 1937 Ekim ayı ortasında başlayan yargılama 15 Kasım’da biter. 14 kişi beraat eder. Seyit Rıza da dahil 7 kişi idama, 37 kişi ağır hapis cezalarına mahkum edilir. 15 Kasım’da Seyit Rıza (1860/62-1937) ve diğer altı kişi Elazığ Buğday Meydanı’nda şafakla birlikte infaz edilirler. Bu altı kişi, S. Rıza’nın oğlu Resik Hüseyin, Kamer Ağa’nın oğlu Yusufanlı Fındık, Şeyhan reisi Usê Seydi, Demenan reisi Cebrail veya oğlu, Kureşanlı Hasan ve Haydaranlı Kamer Ağa’dırlar. Seyit Rıza’yı bizzat götüren ve infazları izleyen İhsan Sabri Çağlayangil’in aktardığına göre Seyit Rıza’nın son sözleri şunlardı: “Ewladê Kerbelayme, Bêxetayme, Aybo, zulmo, cinayeto.” ('Evlâdı Kerbelayım. Hatasızım. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir')
Bu idamlarala birlikte 1937 yılı direnişi sona erer.
- 2 ocak 1938 Celal Bayar’ın başbakanlığı döneminde Dördüncü Genel Valiliğin Munzur-Merho-Mercan dereleri arasındaki bölgeyi ve Kalan Deresi havzasını boşaltma kararı ve bu kararı uygulama girişimi oldu. Bunun üzerine Ovacık’tan gelen yedi jandarma 1937 direnişine katılmamış Kör Abbas, Keçel ve Bal aşiretlerinden direnişçiler tarafından Mansul Uşağı Köyü’nde öldürülürler. Ardından Mercan Karakolu basılır. Bu sırada iki asker daha öldürülür. 1938‘deki ikinci harekat çevre illerden orduların aktarılması ve diğer hazırlıklar nedeniyle 11-12 Haziran’da başlar.
- 1938 Başbakan olmasını izleyen aylarda Bayar TBMM’de “Memleketin Umumi İşleri”ne dair konuşurken sözü Dersim meselesine getirme ihtiyacı hissetmiş ve şunları söylemişti:
“Bu senenin [1938] dahili işleri noktayı nazarından size ehemmiyetle bahsetmeğe değer bir mevzuu vardır, o da Dersim meselesidir. Dersim’de bir ıslahat programımız vardır, bu program yürümektedir. Yol, köprü ve mektep inşası suretiyle geçen sene askeri harekât yapıldı. Bu, bütün teferruatıyla herkesin malumudur. Bu sene de programa göre askeri harekâtın geçen seneye nazaran, burada bu sene daha fazla kuvvetlerimiz toplanmıştır, birkaç yerde ufak tefek müsademeler olmuştur. Dersim için tatbik ettiğimiz programın icabı olarak bu meseleyi sureti katiyede tasfiye etmek için alacağımız bir tedbir daha vardır. Yakında ordumuz Dersim havalisinde manevralar yapacaktır. Bu münasebetle ordumuz Dersim için vazife alacak ve umumi bir tarama hareketi ile tedip kuvvetlerine destek olaraktan, bu meseleyi kökünden söküp atacaktır.”
Konuşmasını, “Dersimliler sesimizi işitmelidir. Bu kürsüden akseden her sedayı, kendi menfaatlerine göre muhakeme etmelidirler. Bizim sesimizde şevkat olduğu kadar kudret vardır. Bu ikisinden birisini seçmek kendilerine aittir. Bilmelidirler ki şefkatimiz de kahrımız da boldur” diye bitiren Bayar yoğun biçimde alkışlanır. Bu konuşma, Ülkü dergisinde de yayımlanır (Ülkü, Sayı 65, Temmuz 1938, s. 385-394).
- 1938 bahar ayları geldiğinde Dersim’de yapılacak harekât için her şey hazırdır. O kadar ki, Elazığ’da Turan Matbaası’nda köy baskınlarının, ev yakmaların nasıl yapılacağını vb. anlatan bir kılavuz kitap bile bastırılır (bak Nokta, Sayı 25, 1987, s. 21). 1938 yılı bahar ve yaz ayları tam bir fiziki temizleme harekâtı olarak kayıtlara geçmiştir.
- 11-12 Haziran 1938 Her taraftan Dersim’e giren TC orduları Kalan-Merho-Mercan vadilerindeki halkı boşaltmayı amaçlar. Burası, Buyer Bava-Mahmunut Gediği-Birman Gediği-Keller Komu-Katır Tepe-Koçgölbaşı-Badikan-Karasakal noktaları arasındaki bölgedir. Yani Munzur-Mercan dağlarının hemen dibindeki İç Dersim’in en kuzey bölgesidir. Zel ve Kırmızı dağlar hattının kuzeyi de harekatın kapsamına alınır. Kısacası 38 harekatının asıl hedefi Asıl/Eski Dersim‘dir, Kalman Ocağı’dır.
- 19-22 Haziran 1938 Boşaltılmak istenen diğer bölge Ali Boğazı ve çevresidir. 19-22 haziran günlerinde bu bölgede oturan Koçan grubu aşiretleri (Koç, Şam, Resik) de direnişe geçerler. 19 Haziran’da Amutka Karakolu kuşatılır ve çevredeki Türk birliklerine saldırılır. Çarpışmalar 22 Haziran’a dek sürer. 22 Haziran’da Koçan aşiretleri Ali Boğazı’na sığınmak zorunda kalırlar. Uçak filoları Ali Boğazı’na bomba yağdırır. Kureyşanlılar’ın Şeyhan kabilesi ile Yukarı Abbas aşireti Koçanlılar’ı desteklemek için direnişe geçerler. Böylece direniş doğusu ve batısıyla tüm Dersim’e yayılır.
Bu dönemde Dersim’in devletle kavgası kuşaktan kuşağa süren bir kavga olarak, Kerbala’nın devamı ve Yezit’le kavga gibi tarif edilmektedir.
- 24-30 Haziran 1938
- 24-30 Haziran 1938 24 Haziran günü İç Dersim’deki Dolu Baba (Tujik) işgal edilir. Ordunun köylerini ateşe verip halkını boşaltmaya çalıştığı Kırgat, Boduk, Midrik, Mitgel, Hotar, Ariki, Tenkali, Meraş, Keçeler köyleri ve Hikü mezrasının silahsız sivil halkı balta ve küreğe sarılır. Baltalı kürekli bu muharebe 28 Haziran’da kanla bastırılır. 29 Haziran’da Karasakal zirvesi işgal edilir. Reşat Hallı’nın verdiği rakkama göre 11-12 Haziran’dan 29 Haziran’a kadar tam 60 köy boşaltılır ve yakılır. Başbakan Celal Bayar, 29-30 Haziran 38‘de TBMM’de yaptığı konuşmada “ordularımız pek yakın zamanda…Dersim mıntıkasının sakinlerini tamamen kaldıracak ve bu meseleyi esasından kesecektir“ der.
- 2 Temmuz 1938 de asker Ahpanos, İksor ve Tujik dağına hücum eder. Çetin bir muharebenin sonucunda Tujik zirvesi işgal edilir. Kaçış yolları kapatılıp bir uçak filosu eşliğinde tek çıkış yolu olarak kasıtlı şekilde açık bırakılan Kalan Deresi’nde kırım yapılır.
- 14-16 Temmuz 1938 Kalan ve Demenan direnişçilerinin imhasına çalışılır. Mağaralar ayrı ayrı abluka edilir. Kalan Deresi ve Demenan mıntıkası kasıp kavrulur.
- 19-24 Temmuz Laç Deresi (Dere Laçinu) ve vadisinde çarpışmaların en şiddetlisi 19-24 Temmuz günleri arasında yeralır. Ordunun hedefi direnişin son sığınağı olan Laç Deresi’ni ele geçirmekti. Üç dört koldan kuşatılan Laç Deresinde direniş kırıldıktan sonra vadinin cıvarındaki mağaralar ve kayalıklar kuşatılır. Top ve makinalı ateşi ve tahrip kalıpları atılarak bu mağaralar içindekilerle birlikte imha edilir. Dışarı fırlayanlar öldürülür. Kimisi kendisini Munzur Suyu‘na atarak intihar eder. 19-24 Temmuz arasındaki çarpışmalarda Laç’ta 216 direnişçi katledilir. Kırık Mağara’da dinamitle imha edilmekten korkan ve R. Hallı’ya göre aralarında Demenan’ın en önemli kolbaşılarından Hese Gewe ile Demenan reisi Cebrail Ağa’nın oğlu Hüseyin’in de bulunduğu 42 direnişçi teslim olur.
- 27-30 Temmuz 1938 günleri arasında Mameki ve Erzincan tugayları ile Haydaran bölgesine yönelinir. Vartinik, Göldağı, Zel Dağı, Hengırvan, Zağge, Aşağı Rabat, Kutu Deresi girişi, Kerenko, Karasakal ve Buyer Bava’yı kapsayan tüm bölge kuşatılır.
- 1-10 Ağustos 1938 Kuşatılan Haydaran bölgesindeki tüm direnişçiler mağaralarda sıkıştırılır. 100‘den çok direnişçi öldürülür. 2-3 Ağustos’ta mağara ve kaya kovukları aranır. Çok sayıda direnişçi ve hayvan imha edilir. Hayvanlar ve eşyalar müsadere edilir. Direnişçi köyler yakılır.
- 10-31 Ağustos 1938 (“Üçüncü Askeri Harekat“) Bu harekat toplama, toplu halde kurşuna dizme ve 1931‘de İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın raporunda planlanan Batıya toplu sürgünün hayata geçiriliş safhasıdır. Bu tarihler arasında Dersim’in her tarafında aynı anda başlatılan ve amacı “girilmemiş hiç bir yer bırakmamak“ olan genel bir operasyon yapılarak ‘yasak bölgeler‘in içinden ve dışından en az 5-7 bin kişinin (aşiret reisleri, kolbaşılar, seyitler ve aileleri) batı illerine nakli ve iskanı başlatılır. Dördüncü Genel Müfettişliğin önerisi ve içişleri Bakanı’nın onayı ile yerleşime yasaklanan, sürgün ve iskanı kararlaştırılan bölgeler iki adettir:
1-Kutudere-Kırmızıdağ-Haçılıdere hattından Mercan dağları eteğindeki Karacakale’ye kadarki bölge,
2-Ali Boğazı ve çevresi, yani Koçan bölgesi.
Bu sırada her yanda terör estirilir. 12 Ağustos’ta bir uçak filosu Ali Boğazı’nı bombalar. 13 Ağustos’ta Kırmızı Dağ çevresindeki çatışmalarda 300 direnişçi öldürülür. Aynı gün Ali Boğazı ve Tağar Deresi tabanındaki harekatta komlar yakılır, hayvan sürüleri gaspedilir. 14 Ağustos’ta 83 Demenanlı ve Haydaranlı direnişçi öldürülür. 15 Ağustos’ta Laç Deresi tabanında yeni bir tarama yapılarak 281 Demenanlı ve Haydaranlı öldürülür. Batıya nakledilmek üzere toplanan Yusufanlılar’ın 149‘u imha edilir. 15 Ağustos’ta Zımeq ve çevresinde çok sayıda direnişçi (“asi“) imha edilip köyleri yakılır. Batıya sürülmek üzere insan avına çıkan 41. Tümen Deşt yöresindeki köylerde direnişle karşılaşır. Direndikleri ve direnişçilere yataklık ettikleri gerekçesiyle Zımek/Zımbık, Xeç, Kirnik ve Bornak köylerinden 395 kişi öldürülür. Şıxmamed aşiretinin merkezi Hiç (Xeçe) köyüne bir gece baskını yapılarak top-mitralyöz ateşi ve süngüyle toplu kırım yapılır. Hiç ve Zımek toplu kırımı işte bu sırada, 15 Ağustos günü yapılmıştır. Yine 15 Ağustos günü Çukur ve Pah civarındaki taramada çok sayıda Haydaranlı imha edilir. 31 Ağustos’ta yeni bir tarama hareketiyle tutuklanan binlerce kişi kafileler halinde Batıda saptanan yerlere sevkedilirler. Hozat’a getirilen Karaca seyitleri ve halkı makinalı tüfeklerle katledilir. Muhtemelen Sarı Saltıklı Seyit Seyfi Dede de bu olayda öldürülür. Böylece 31 Ağustos’ta askeri harekat tamamlanır.
- 1938 Kasım ayına gelindiğinde resmi sölem yeniden, artık “Dersim sorununun tarihe karıştığı” şeklindedir. Kırsal alanda kalanların direnişi ise 1948'e kadar sürdü ve binlerce ölü ile sürgün edilen aileler oldu.
- 1950 li yıllardan itibaren ekonomik sıkıntıdan köylerden şehirlere göç ve köylerde dedeler ile gençler arasında genel olarakta cemlerde çözülme.
Alevilerin ilk dernek örgütlenmeleri “köy dernekleri” olarak ortaya çıkar. 1955’de Ankara’da “Ocakköyü Kalkınma Derneği”, 1957’de İstanbul’da ise “Divriği Kültür Derneği” bilinen ilk Alevi dernekleridir.
- 27 mayıs 1960 devriminden sonra yeni alevi uyanışı ve derneklerin açılışı. Yeni anayasa. 12.ci madde: “Herkes dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin kanun önünde eşittir....” ile 19.cu madde “Herkes vicdan ve dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.... (...) Din eğitimi ve öğretimi ancak kişinin kendi isteğine....bağlıdır”.
- 1960’lı yıllar Alevilerin ve örgütlenmelerinin ele avuca geldiği dönemdir. Bu dönemde “Hacı Bektaş” ismiyle kurulan derneklerin sayısı 20’yi bulur, Alevi ismi kullanılmadan Cem gibi, Ehlibeyt gibi ilk Alevi dergileri bu dönemde yayınlanır.
- 1963 Diyanetin Yeni anayasala uyumlu olması için değişmesi Devlet Bakanı Hayri Mumcuoğlu’ndan gelmiştir. Mumcuoğlu, Diyanet’in içinde bir Alevi departmanı kurulması gerektiğini öne sürmüştü. Bu öneriyi MHP’nin öncülü olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) yeni anayasa tartışmaları esnasında Temsilciler Meclisi’ne verdikleri Müslüman cemaatinin içinde yer alan tüm unsurların ihtiyaçlarına cevap vermekle mükellef bir Mezhepler Dairesi kurulması teklifi takip etmiştir. Sonrasında, Milli Güvenlik Konseyi’nin eski üyeleri olan Senato’nun daimi üyeleri tarafından Ocak 1962’de Dini Kültür İşleri Müdürlüğü kurulması teklifi yapılmıştı.
Bu tartışmaların son halkası, Diyanet İşleri Başkanlığının görev, yetki ve sorumluluklarını belirlemek için hazırlanan kanun teklifinin 1963 yılında parlamentoya gelmesiyle yaşanmıştır. Tartışmalar, kanun tasarısında bulunan “Mezhepler Müdürlüğü”nün kurulmasıyla ilgili madde etrafında yoğunlaşmıştı. Teklifteki bu maddeyle ilgili Adalet Partisi ve Adalet Partisi’ne yakın yayın organları adeta bir linç kampanyası başlattılar. Devleti Sünniliğin tekeliyle sınırlamak isteyen bu zihniyet, bu teklif kabul edilirse “Aleviler, mum söndü törenlerini camiye taşıyacaklar” şeklinde akıl dışı yayınlarla Sünni çoğunluğun hassasiyetlerini kaşımışlardır. Teklifin sahibi, koalisyon hükûmetinin Başbakanı İsmet İnönü gelen yoğun tepkiler sonucunda, toplumsal bir infialden çekinerek teklifi geri çekmek zorunda kalmıştır.
- 1963 yılında Ankara’da kurulan “Hacı Bektaş Veli Turizm ve Tanıtma Derneği” aslında ilk Alevi derneğidir. Ama derneğin ne tüzüğünde ne de açıklamalarında bir tek Alevi vurgusu yoktur.
- 1964 HBV külliyesinin dernek tarafından onarımı ve her sene HBV anma töreni..
Hacı Bektaş Veli Dergahi ve Çilehane Vakıflar Müdürlüğüne bağlı müze.
- 22.6.1965 te çıkarılan 633 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yeniden düzenlenmesi istendi.Kanun 22. 6. 1965 tarihinde kabul edilip 2. 7. 1965 talihinde yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Başkanlık statüsünü ve yapısını hâlâ bu kanunla korumaktadır. Başkanlığın görevinin ne olduğunu tanımlayan 1. madde şöyledir:
"İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur." Yeni anayasaya uyumlu olması istenen bu yasa hiç bir şeyi değiştirmedi. Bilhakis....
- 16 haziran 1966’da Ortaca’da meydana gelen olaylar: Muğla Köyceğiz’de, Ortaca köyünde 5 Haziran 1966’dan başlayarak bir dizi “vaka” yaşanır. “Tahtacı”ların yaşadığı köy ile etraftaki “Sünni” köyler arasında “çatışma” olarak yansıtır gazeteler olayı. Tecavüz, yangın, silahlı saldırı…
1960 başlarında Fevziye köyünün çok yakınında bulunan ve o dönemdeki adı “Kızılyurt” olan Güzelyurt bölgesinde yaşayan Sunnilerin Ağasına Fevziye köyü ile Ortaca arasındaki büyük bir bölge/arazi devlet tarafından verilir. Karşılığında Fevziye köyünde bulunan bir bataklığın kurutulması gerekmektedir ve ağa bu işlemi yerine getirmez. Bataklığın kurutulma işlemi yapılmadığından Fevziye köyünde yaşayan Alevi Türkmenlerle ağanın aşireti Nurcu Sunniler arasında küçük çatışmalar başlar. Önceleri küçük kavgalar ve sataşmalarla başlayan bu çatışma gittikçe büyür. Ağa Nazmi Yavuz adamlarını toplayarak Fevziye köyünde yaşayan ve Dalaman çayı etrafında pamuk toplayan Alevi kadınlara ve çocuklara saldırır. Hasırlara sararak çaya atarlar.
Sunnilerin ağası kendi çıkarları ve toprak için din kisvesi adı altında, “Aleviler camilerimizi yıkıyorlar” yalanıyla “Yeşil Bayrak” açarak 16 sunni köyü birleştirir. Amaç bölgede bulunan Alevi Türkmenleri kovmak ve bölgeye tamamen sahip olmaktır. “Bu topraklar bizimdir, tahtacılar dağlarınıza gidin” , “Bir tahtacı öldüren cennetliktir” , “Alevilerin namusu olmaz” sloganlarıyla 5 Haziran 1966 tarihinde Ortaca’ya doğru yola çıkan yaklaşık 1000 silahlı insan ilk önce bir sinemayı basar ve iki kadına tecavüz edilir. Sinema sahibi ve içerisinde bulunanlarla birlikte yakılır.
Ortaca’nın ilk belediye başkanı Ziya Çavuş makamında grupça yakalanır, zorla saç ve sakalı kesilir, bir belge imzalattırılarak makamından alınır ve yerine saldırganlarca Sunni biri atanır. (Bugüne kadar Aleviler Belediye Başkanı olamamıştır). Hiçbir güvenlik görevlisi müdahalede bulunmaz. Alevi Türkmenler bu baskını beklemediği için şaşkındır ve kaçmaya çalışırlar.
12 Haziran’da odun toplamaya çıkan Alevi aileye dört kişi saldırır, erkeği ağaca bağlayıp eşine tecavüz ederler. Ertesi gün olayı öğrenen Aleviler Ağanın köyünü basarlar, çatışmada bir sunni ölür.
Çatışmalar ve Alevilere karşı uygulanan baskı artarak devam etmektedir. Ne dönemin Muğla Valisi Hasan Basa, ne İçişleri Bakanı Mehmet Faruk Sükan ne de Başbakan Süleyman Demirel hiç bir müdahalede bulunmazlar. Aleviler elde silah nöbet tutmaktadır.
16 Haziran’a kadar devam eden çatışma ve baskılar sonucu birçok Alevi Türkmen bölgeyi terk etmek zorunda kalır. Kalanlar ise silahla nöbet tutarak her an korku içerisinde yaşamaya devam ederler. Günümüzde de bu sinmişlik ve korku kendisini belli etmektedir.
12 gün süren bu çatışmalarda ne kadar insan öldüğü tam olarak bilinmiyor. Dönemin karanlıkta kalmış/bırakılmış Alevi katliamlarından birisidir Ortaca katliamı.
MP Ankara Milletvekili Hüseyin Balan, 16 Haziran 1966’da bir gensoru verir. O günlerde Alevilere karşı Ortaca dışında meydana gelmiş bazı fenalıkların da sıralandığı gensoruda, Ortaca hakkında açık sorular yer alır: (Alevi köyüne yürüyen) 1000 kişi nereden silah bulmuştur? (Bu 1000 kişi) Kızılyurt ile Ortaca arasındaki 10 kilometrelik yolu giderken hiçbir askeri güvenlik kuvveti tarafından nasıl durdurulmamışlardır?
Sonuç? Gensorunun reddine…
Ortaca vakası hakkında 19 Haziran 1966’da Milliyet Gazetesi’nde Esen Kaftan şu ilginç cümleleri kuruyor:
“Köyceğiz’de olsun, bucakta olsun, çevrede olsun kötü bir hitap şekli vardır. Sünnîlerden bahsedilirken “Türk” denilmekte, Alevi vatandaşlar için ise “Tahtacı” ve “Alevi” ayrımı yapılmaktadır. Sanki Aleviler de Türk değilmiş gibi… Bu hitap şekli Aleviler ile Sünniler arasındaki küskünlüğü kamçılamaktadır.”
Alevileri “Türk” denilmemesi, “Türk”ün devlet nezdinde “Sünni” ile eşit kabul edilmesindendir; “Türk, Sünni” makbul vatandaş anlayışı bugün de “yerli ve milli” koduyla yürürlükte, elbette önemli bir ek yapıldı: Türk, Sünni ve AK Parti yandaşı.
Esen Kaftan, aynı haberde bir ilginç açıklama daha veriyor: Aleviler, toprakları daha az olmalarına rağmen daha iyi organize olmuş ve ekonomik açıdan daha kalkınmış haldedir, Sünniler ise tefecilere muhtaç kalmıştır. İşte Alevilere nüfuz edemeyen tefeciler, Aleviler aleyhine kışkırtıcılık yapmaktadır. Ekonomik motivasyon, daha sonra Elbistan ve Maraş katliamlarında da benzer bir rol oynamış gibidir.
- 17 ekim 1966
17 ekim 1966 da Alevi kökenli bir grup siyaset adamınca Birlik Partisi (BP) kuruldu, genel başkanlığa Hasan Tahsin Berkman getirildi.1973'te Türkiye Birlik Partisi adını aldı ve 1981'e kadar faliyet gösterdi.1969 seçimlerinde 254,708 oy alıp (%2.8) 450 mebusluk meclise 8 mebus çıkarttı. Ancak 5 milletvekilinin Adalet Partisi’ne “güven oyu” vermesi Alevi örgütlenmesinde de ciddi bir kırılmaya neden olur. 5 Haziran 1977'deki genel seçimlerde aldığı 58.540 oyla (%0,4) TBP hiç milletvekili çıkaramadı. Bundan sonra TBP'nin siyasal etkinlikleri fiilen sona erdi, parti başka hiçbir seçime katılmadı. 12 Eylül 1980 Darbesi'nden sonra etkinliği durdurulan TBP 16 Ekim 1981'de öteki bütün partilerle birlikte Milli Güvenlik Konseyi tarafından kapatıldı.
- 11 haziran 1967 Malatya/Elbistan saldırısı (Mahsuni Şerif konseri sonrası)
Aleviler, 1950’lerden itibaren, 60’larda da hızlanarak köylerden şehirlere göç etmeye başladılar. Şehirde iş ve meslek sahibi olup, çocuklarını okullara gönderdiler. Alevilerin şehirde varlık göstermeye, tutunmaya başlamasından rahatsızlık duyan çevreler de vardı. Bunun yanı sıra aleviler, kendi felsefi ve tarihi kimliklerine, sosyal yaşamlarına uygun olarak siyasal alanda soldan yana yer almaya başlamıştı. Bu dönemde üniversiteye giden alevi gençlerinin okullarında edindikleri siyasi görüşlerini yaşadıkları bölgeye taşımaları da bu süreci güçlendirmişti.
Köylerinde önemli bir kürt-alevi nüfusu barındıran Elbistan da bundan nasibini almıştı. Elbistan’ın başka bir özelliği de çok sayıda saz ustası aşığın olması ve halk üzerindeki bunların etkisidir. Mahzuni Şerif dönemin ülke çapında tanınan en önemli Elbistanlı aşıklarındandı. Mahzuni’nin sol kamuoyunda artan ününü ve Elbistanlı olmasını fırsat bilenler bir konser düzenlemeye karar verdiler. Hayatları boyunca gizli saklı yaşamaya baskı altında tutulmaya alışmış aleviler için kendilerinin anlatıldığı, kendi içlerinden çıkmış ozanların coşkuyla çalıp söylediği böyle bir gece eşsizdi. Ancak gece sırasındaki konuşmalarla birlikte provokasyon da başladı. Bu sebeple konser erkenden dağıtılmak zorunda kaldı. Aynı gece saldırganlar şehir içinde silahlar sıkarak gösteriler yaptılar. Ertesi gün dışardan getirilen adamlarla şehir merkezinde aleviler’e yönelik ilk “halk arası iç savaş” süsü verilmiş saldırı gerçekleşecekti. Saldırının bilançosu 65 yaralı ve 18 yağmalanmış iş yeridir.
Çok partili cumhuriyet döneminde Alevilere yönelik bir dizi saldırının ilki olması sebebiyle önemlidir.
- 15 Aralık 1968 Hekimhan (Malatya) Saldırısı
Belge ve kanıtların az olduğu, yazılı eserlerde de çok fazla üzerinde durulmayan Hekimhan Lisesine saldırı olayı, sağ-sol ve Alevi-Sünni ekseni üzerinden gelişmiştir. Öncelikle Malatya’nın siyasi yapısına baktığımızda, 1965 milletvekili genel seçimlerinde bölgede en fazla oyu alan ve geçmişte kapatılmış Demokrat Partisinin devamı olarak görülen Adalet Partisiydi. Hemen ardından gelen Cumhuriyet Halk Partisi ve Türkiye İşçi Partisi, Hekimhan’ın içinde barındırdığı farklı görüşleri ortaya koyuyordu.
Hekimhan’ın Adalet Partili Belediye Başkanı ve müteahhit Ali Akyüz ile Adalet Partili İlçe Başkanı ve İl Genel Meclisi Üyesi Turan Garipağaoğlu’nun öncülük ettiği sağcı militanlar, 15 Aralık 1968’de Hekimhan Lisesi’nde görevli ve sol görüşlü oldukları bilinen öğretmenlere ve öğrencilere, “Vurun Alevilere, Vurun Komünistlere” sloganları eşliğinde, cop ve şişelerle saldırmışlardır. Çok sayıda öğrencinin yaralandığı bu kitlesel hareket, jandarma kuvvetlerinin bölgeye intikal etmesiyle yatıştırılır. Lisede görevli 13 öğretmen jandarma eşliğinde okuldan alınarak Malatya’ya götürülür. Ancak adalet ilginç bir şekilde işlemiştir. Birçok öğrenci okuldan uzaklaştırılmış, öğretmenler Türkiye’nin değişik bölgelerine sürgüne gönderilir gibi tayin edilmişlerdir.
Hekimhan saldırısının dramatik yönü ise sonucudur. Liseye saldırıda bulunan kitleler ve bu kitleleri ayağa kaldıran militanlar hakkında soruşturma açılmamış ve herhangi bir tutuklama kararı olmamıştır. Buna karşılık olarak olayın mağdurları okuldan uzaklaştırılmış ve bölgeden sürgün edilmiştir.
- 5 mart 1971 Kırıkhan katliamı Yıllar sonra yaşanacak Madımak katliamı'na benzerliğiyle dikkat çeken cumhuriyet tarihinin onlarca alevi katliamından biridir. Toplamda 2 kişi ölmüş, 17 kişi yaralanmış, Hatay, Kırıkhan'da alevilere ait onlarca ev ve iş yeri yıkılıp yağmalanmıştı. 70'li yılların sonlarına kadar devam eden diğer Kırıkhan alevi katliamlarının da öncüsüdür.
ölmüş,
- 17 nisan 1978 Malatya katliamı 17-20 Nisan 1978 tarihinde gerçekleşen Malatya Alevi katliamında sekiz kişi ölmüş, yirmisi ağır olmak üzere yüz kişi yaralanmış, 100 işyeri ve konut tamamen olmak üzere, toplam 960 işyeri ve konut tahrip edilmiştir. Olaylar sırasında onlarca oto da zarar görmüştür.
Yeni belediye başkanı Hamit Fendoğlu’nun ölümünden iki gün önce Bilim ve Kültür Derneği adlı bir kuruluş, Malatya’da “Milletim Uyan” başlıklı bir bildiri dağıtır. Bildiride şu ifadeler yer almaktadır:
“ Müslümanlar bizi yok etmeye yönelen İslam ve millet düşmanlarının karşısında, müdafaa kavgasında birleşelim. İçinde bulunduğumuz zor günler bütün Müslümanları bir araya getirmelidir. (...) komünist katillerden intikamınız mutlaka alınacaktır.”
18 Nisan günü, Malatya’da saldırı başladığı saatlerde Belediye hoparlöründen Kuran okumaya başlandı. Kuran’ın okunmasından sonra faşist bir grubun hoparlörden yaptığı “Din elden gidiyor. Camilere de bomba konuluyor..” anonsları aralıksız akşama kadar sürdü. Böylece halkın dini duyguları kışkırtılarak katılımın çoğaltılmasına, saldırıların yaygınlaştırılmasına çalışılmıştı. “Güçlü devlet”in Malatya’daki temsilcileri ise bu tahriklere seyirci kalmıştı.
- 3-4 eylül 1978 Sivas Ali Baba mahallesi katliamı Olay Ramazan Bayramı Arefesinde patlak vermişti. Tarih 3 Eylül 1978 Pazar gününü gösteriyordu. Alibaba’da semt pazarı kurulmuştu. Semt pazarı olagandışı bir gün yaşıyordu. Olagan günlerde bu pazara yolu düşmeyen kim kişiler pazar esnafı yada müşterisi görüntüsünde pazarı doldurmuştu.
Mahallede iki çocuk (Alevi Ali Karaaslan ile sünni Osman Çevikdoğan’ın çocuklarıdır bunlar) sıradan bir sokak kavgasına tutuşur. Mahallede yaşayan yaşlı bir Alevi her ikisini de azarlayarak ayırmaya kalkar. Yaşlı Alevinin çevresi bir anda yaşları 18 ile 20 yaşları dolaylarında ülkücü komandolarca sarılır. Olaya kadınlar da karışmak zorunda kalırlar. Erkeklerini, çocuklarını komandoların ellerinden kurtarmaya çalışırlar. Bir anda silahlar patlar, Gülsüm Keklik ve Müslime Gülmez adlı kadınlar ölür. Ortalık ana baba günü olur. Aleviler evlere çekilirler. Ellerinde benzin bidonlarıyla mahalleye dalan komandolar evleri ateşe verirler. Bununla da yetinilmez. Öfkeli kalabalık semt çarşısına yürür. Öfkeli kalabalığı kışkırtanların yüzleri bezlerle kapatılmıştı. Tümü 150-200 kişilik kalabalık, Alevilerin ve demokrat sünnilerin işyerlerini tahrip ediyorlardı. Sürekli “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” diye bağırıyorlardı. Ortalıkta güvenlik güçlerinden kimse yoktu. Sanki sokaklar bilinçli olarak boşaltılmıştı. Şehrin bir başından girip öbür başından çıktılar. Kentte sürekli ”Alibaba Camisi bombalandı, çok ölü var” yalanı yayılıyordu. Çarşı esnafı ve kahveler harekete geçirilmek isteniyordu. Belediye, Su İşleri, hükümet binası gibi kurumlar taşlanıyor, camları kırılıyordu. Sabah saat 10’da başlayan sokak eylemi akşam saatlerine dek sürdü. Yozgat’tan yollana askeri komando taburu yetişip kente yayıldıktan sonra, geceyarısına doğru silah sesleri dindi. Sokağa çıkma yasağı kondu. Günün toplu sonucu 5 ölü, 50 yaralıydı. Ölüler arasında saldırıyı örgütleyen ülkücüler de vardı. 4 Eylül Pazartesi sabahı bayram namazı yine kışkırtma ortamı olarak kullanılır: “Komünistler, Kızılbaşlar kardeşlerimizi öldürdü.” derler. Ümmet-i Muhammed, Komünist ve Kızılbaşlara karşı kutsal savaşa çağırılır. Bu çağrılar mahallelerde de yapılır. Öğle saatlerinde yeni saldırılar için kitle desteği sağlanır. Ardından Alevilerin bulundukları mahalleler kuşatılmaya başlanır. En yoğun saldırı Alibaba üzerine denenir. 3-4 gün süren Sivas olaylar, 12 kişinin yaşamına mal olmuştu.
- 24-26 aralık 1978 Maraş katliamı 19 aralık 1978 günü bir sinemanın bombalanmasıyla başlayan ve kısa süre içinde bir iç savaşa dönüşen şiddet olayları. toplam 105 kişi öldü, 176 kişi yaralandı. Alevi-sünni ayrımının körüklenmesiyle çıkan ve 26 aralık'a kadar süren çatışmalar sonrasında 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. sanıkların yargılanması ve davaların sonuçlanması 1988'e kadar sürdü.
- 3 aralık 1979 2.ci Kırıkhan katliamı Hatay'ın Kırıkhan ilçesinde, alevi olanların yaşadığı bir gecekondu mahallesinde yangın çıkartılmış, 60 yaşındaki yaşlı, anneleri ve 6 küçük çocuk yanarak katledilmiştir. Olay dönem boyunca katliamları gerçekleştiren faşistler tarafından işlenmiş olarak görülmektedir.
- 27 mayıs-4 temmuz 1980 Çorum katliamı
Katliamın Ön Hazırlıkları: MHP ve MSP'nin dışarıdan desteklediği Süleyman DEMIREL'in azınlık hükümeti, ırkçı-seriatçi örgütleri korumus, eylemlerine göz yumulmuştur. Ayrıca yansız görevini sürdüren Çorum Emniyet Müdürü Hasan UYAR görevinden alinarak, yerine Tunceli'de bir çok olaya adı karışan Nail BOZKURT, Milli Eğitim Müdürlüğü'ne MHP'nin militanı olarak tanınan Fethi KATAR getirilmiştir. Yine sağ görüşlü ve taraflı (AP iktidarında Içisleri Bakanlığı yapmış, zehir hafiye diye tanınan Faruk SUKAN'in bacanagi) Rafet ÜÇELLI'de Çorum valiliğine atanmıştır. Demokrat olarak bilinen 40'a yakın polis memuru tel emriyle başka illere ataması yapıldı. Bir çok okul yöneticisi ve demokrat öğretmenin, memurun sürgünü ve yer değişimi yapıldı. Devletin bir çok kurum, faşistlerin karargahi haline getirildi. MHP'lilere ruhsatlı silah verilmeye başlandı. Buna karşın, Çorum emniyetinde görevli sağci ve ırkçı bilinen bir çok polisin başka illere ataması çıkarılmışken, ilişkileri kesilmeden Çorum'da görevlerinin sürdürdüler.
ABD'nin Türkiye Büyük Elçiliği'nde görevli Robert ALEXANDR PECK (CIA görevlisi olarak taninir) Çorum'a gider. Çorum'da MHP'li il yöneticileriyle, vali ve CHP'li Belediye Başkanı Turhan KILIÇOGLU'yla görüşür, MHP'nin etkin olduğu köy ve ilçeler hakkında bilgi edinmeye çalışır. Çorum'dan sonra Amasya ve Tokat'a gider. Amasya'da Alevi-Sünni, sağ-sol çatışması üzerine sorular sorar, ne zaman ve hangi ölçüde bir çatışma çıkabileceği hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu.
Gün SAZAK'in Ölümü: Ülkücülerin CIHAD bildirisinden 9-10 gün sonra Ankara'da MHP'nin Genel Başkan Yardimcısı Gün SAZAK (1. MC hükümetinde Gümrük ve Tekel bakanlığı yapmıştı), 27 Mayis 1980 günü belirsiz kişilerce vurularak Ankara'da öldürüldü. Çorum katlıamı, Gün SAZAK'in ölümü gerekçe gösterilerek baslatılmıştır.
- 12 eylül 1980 darbesi ve sünnileşme politikası:
12 eylül 1980 darbesi ve sünnileşme politikası: 12 Eylül uygulamalarıyla 650 bin kişi gözaltına alındı ve bunların büyük çoğunluğuna işkence yapıldı. İşkenceler, yalnızca konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla değil, kişilikleri ezmek, direnme gücünü yok etmek için herkese yapılıyordu. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere birçok haktan yoksun kılındı. Açılan 21 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişinin idamı istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 idam dosyası Meclis’e gönderildi. Devrimci ve ülkücüleri içeren 50 kişi idam edildi.
Halkevleri, mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta olmak üzere çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak”, 71 bin kişi örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677 dernek kapatıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında “işkenceden öldüğü” belgelendi. 299 kişi cezaevinde, 95 kişi “çatışmada” öldü, 43 kişi “intihar” etti.
Öğretmen örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5 bin 854 öğretmenin işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120 profesör ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı, üçü silahla öldürüldü. Zararlı görülen gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap ve dergi imha edildi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, TRT’nin çektiği kimi belgeseller yakıldı.
- 7 Kasım 1982 halkoylamasında (referandum) oylamaya katılanların yüzde 91.37 “evet” ve sadece yüzde 8.63 “hayır” oyu ile 1982 Anayasası kabul edildi.
- 2 temmuz 1993 Sivas'ta Pir Sultan Abdal etkinliği ve Madımak oteli katliamı:
2 Temmuz günü Cuma namazının ardından etkinliklerin yapıldığı kültür merkezinin önüne bir yürüyüş başladı. "Sivas laiklere mezar olacak" atılan sloganlardan biriydi. Saldırgan grubun bir kısmı yeni dikilen "Halk Ozanları" heykelini yıkıp, yerde sürükledi.
Valinin katliam sonrası İçişleri Bakanlığı'na gönderdiği rapora göre, saldırganların sayısı her saat sayısı artmıştı. Yine aynı rapora göre, akşam saat 18.00'de Madımak Oteli'nin önünde o ana kadar hiçbir aşamada dağıtılmamış 15 bin kişi vardı. Otel önündeki araçlar ateşe verilmiş, otelin camları kırılmıştı. Sonra otel ateşe verildi, saldırgan kalabalık sloganlarına devam etti. Madımak Oteli'nin önünden çekim yapan İhlas Haber Ajansı'nın görüntülerinde otelin etrafını kuşatanların sloganları yanında sözleri de duyulmuştu. Biri otelin birinci katına çıkan saldırgana "Lan yakın" diye seslenirken, bir diğeri ilk alevin görünmesiyle "Cehennem ateşi işte!" diye seslenmişti.
Kente davet edilen takviye kuvvetler ise zamanında gelmedi veya gelenler yetersizdi. 35 kişi otelde hayatını kaybetti.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olayın münferit olduğunu ve Alevi-Sünni çatışmasına dönüşmemiş olmasını vurguluyordu: "Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş...Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır. Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır." . İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu ise Aziz Nesin'i suçluyordu:"Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir."
Süren davalar, temyizler, müdahil avukatların talepleri yıllarca devam etti. Sivas Katliamı davası 20 yılın ardından zaman aşımı gerekçesiyle kapatıldı.
- 12/13 Mart 1995 İstanbul'da Gazi mahallesi ve 14/15 Mart 1995 Ümraniye/katliyamı 12 Mart 1995 günü akşam saatlerinde İstanbul’da Alevi vatandaşların çoğunlukta yaşadığı Gazi Mahallesi’ndeki üç kahvehane ve bir işyeri aynı anda “kimliği belirsiz”(?!) denilen kişilerce bir taksiden otomatik silahlarla açılan ateşle tarandı. Saldırılar sonucu Halil Kaya adlı bir vatandaş hayatını kaybederken, beşi ağır, yirmi beş kişi yaralandı. Saldırganların olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünü öldürdükleri ve taksiyi ateşe vererek kaçtıkları anlaşıldı. Olayın ardından Aleviler, Gazi Mahallesi’nde toplanıp, polis karakoluna yürüdü. Polisler grubun üzerine kurşun yağdırmaya başladı ve Mehmet Gündüz hayatını kaybetti, birçok kişi de yaralandı.
13 Mart 1995 günü tekrar polis karakoluna doğru yürüyüşe geçen grup, çevik kuvvet ve özel timlerle desteklenen polisle çatıştı. Çatışmalar sonunda on beş kişi hayatını kaybederken, aralarında gazetecilerin de bulunduğu birçok kişi yaralandı. Aynı gün İstanbul Valiliği Gazi Mahallesi ile iki mahallede daha sokağa çıkma yasağı ilan etti. Gazi mahallesi’ne giriş ve çıkışlar polis kontrolüne alındı.
14 Mart 1995 günü, Gazi Mahallesi’nde konan sokağa çıkma yasağına rağmen olayların bir türlü yatıştırılamaması üzerine bölgeye askeri birlikler sevk edildi.
Yine aynı gün Gazi Mahallesi ile Ankara Kızılay Meydanı’ndaki dayanışma eyleminde otuz altı kişi yaralandı.
15 Mart 1995’te de olaylar Ümraniye’ye sıçradı. Mustafa Kemal Mahallesi’nde de beş kişinin ölmesi ve yirmiden fazla kişinin yaralanması üzerine bu bölgede de sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
16 Mart’ta da dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu olayların yatıştırıldığını söyleyerek bölgedeki sokağa çıkma yasağının kaldırıldığını açıkladı.
Olaylardan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa Savcılığı’nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında “müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek” iddiasıyla dava açtı. İstanbul Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne açılan dava kamu güvenliğinin sağlanamayacağı gerekçesiyle Trabzon’a gönderildi. 11 Eylül 1995’te Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılama süreci, beş yıl içinde otuz bir duruşma yapılarak 3 Mart 2000’de karara bağlandı.
- 2002 den sonra AKP'nin Alevi Çalıştayları...
- 2005 te Amerikan İstihbarat Teşkilâtı CİA’nın yaptığı araştırmada Türkiye’de Alevi sayısı 20 milyon idi; dünyada ise 1,5 milyar müslümanın içinde 400 milyon Alevi-Şii vardı.
- 13 Mart 2012 Madımak Katliamı “Aranan Sanıklar” Hakkında verilen “ZAMAN AŞIMI KARARI” ve Başbakan “BU KARAR TÜRKİYE’YE HAYIRLI UĞURLU OLSUN” dedi...
- 12 Kasım 2014'te Dersim olayları için CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu "Acı duyan herkesten, ölen her insandan, sürgün edilen her insandan CHP adına da özür diliyorum." diyerek olan olaylarla ilgili partisi adına özür diledi.
- 2015 10 yıldan fazla zamandır süren davalarda Strasbourg'ta AİHM “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”, “Cemevleri Elektrik masrafları” ve “Eşit Vatandaşlık Hakları” davaları kazanıldı, Avrupa Konseyi Türk hükümetinden kararların uygulanması için en son 21 haziran 2020 de bir Yol Haritası vermesini istedi.
1- Mansur Yalçın vd. – Türkiye Davası Başvuru No. 21163/11 (Öncü Karar Hasan Ve Eylem Zengin v. Türkiye Başvuru No. 1448/04)
Mansur Yalçın vd. – Türkiye Davası Başvuru No. 21163/11 (Öncü Karar Hasan Ve Eylem Zengin v. Türkiye Başvuru No. 1448/04)
Üzülerek belirtmek gerekir ki 2014 yılında verilmiş olan kararın açıklanmasından bu yana ve Türkiye’nin daha önce vermiş olduğu mesajların aksine, eğitim yapısında kayda değer bir ilerleme gözlenmemiştir. 2018 yılında uygulanmaya başlanan en güncel müfredat, tüm dinlere ve inanç sistemlerine karşı tarafsız bir içerikten yoksundur. Aynı zamanda müfredat dini inançlardan bağımsız bir ahlaki kurallar bütünü benimsememekte ve dini inançlara dair tarafsızlık, nesnellik ve çoğulculuk ilkelerine dayanan genel bir eğitim sunmamaktadır.
Müfredatın ana hedeflerinden biri olan ve «Dinler ve İnançların Öğretimi Hakkında Toledo Kılavuz İlkeleri»nin temeli “diğer dinlerin objektif bir yaklaşımla tartışılması” İslam eğitimi söz konusu olduğunda uygulanmamaktadır. Dolayısıyla Müfredat AİHM kararlarını ihlal etmeye devam etmektedir.
2- Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Vakfı (CEM Vakfı)– Türkiye Davası Başvuru no.32093/10
Yukarıdaki kararda Mahkeme; Cem evlerinin, ibadet yerleri için elektrik faturası muafiyeti sağlayan Türk yasalarının hükümlerinden faydalandırılmamalarının dine dayalı ayrımcılığa yol açtığı kararına varmıştır.
Artık dava açan her bir Cem evi için geçerli olmak üzere ilgili ibadethaneler elektrik faturalarını ödemekten muaf tutulmaktadırlar. Ancak ülkede binlerce Cem evi bulunmaktadır ve elektrik faturasını ödemekten muaf tutulmak için hiçbir kapsayıcı mevzuat olmadığı için her bir Cem evi yerel mahkeme nezdinde bireysel dava açmak zorunda bırakılmaktadır. Genel olarak tüm Cem evlerinin bu muafiyetten yararlanabilmesi için şimdiye kadar herhangi bir yasal düzenleme yapılmamıştır. Alevi Cem evleri, Protestan kiliseleri, Yehova şahitleri, Ezidi ve diğer inanç grupları, diğer ibadet yerleri gibi enerji maliyeti muafiyetinden yararlanmak için hala yasal düzenlemelere ihtiyaç duymaktadır.
Öte yandan Camiler, yerleşkelerinin gece aydınlatması da dahil olmak üzere tam bir elektrik muafiyetinden yararlanırken, Cem evleri yalnızca ibadethane bölümlerini elektrik maliyeti muafiyetinden yararlanabilmektedirler. Gece aydınlatması ve Cem evlerinin diğer bölümleri, kendi lehine olan mahkeme kararlarında bile muafiyetlerin dışında tutulmuştur.
3- İzzettin Doğan vd. Başvuru No. 62649/10
Davayla ilgili karara göre; Devlet, dini toplulukların, dini mezheplere tarafsız ve ayrımcı nitelikli olmayan ölçütler uygulayarak eşit haklar sağlamakla görevlidir.
Ne yazık ki, bu davanın kararından kopyalanan yukarıdaki ifade ile ilgili herhangi bir ilerleme kaydetmedik.
İnanç gruplarının herhangi bir yasal kimliği (tüzel kişiliği) bulunmamaktadır ve bu konuda herhangi bir ilerleme veya hazırlık da yoktur. Alevilerin olduğu gibi Protestan Hristiyan ve diğer kimi dini inanç gruplarının da ibadet yerleri hala tanınmamaktadır. Vakıflarının mülklerinin bir kısmı topluluklara iade edilmekle beraber çok sayıda azınlık vakfı hala tanınmamaktadır.
Özellikle seçim tarihlerinde verilen vaatlere rağmen, dini grupların yasal kimliği, ruhban eğitimi sorunları, eşitlikçi mali ve yasal düzenlemelerin sağlanması alanlarında kayda değer bir ilerleme olmamıştır.
- Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 3-5 Aralık 2019 tarihleri arasında Strazburg’da yapılan 1362. Bakanlar Komitesi toplantısında bu konu görüşüldü ve aşağıdaki önemli gelişmelere karar verildi.
Bakanlar Komitesi, AİHM kararları arasında bulunan şu ifadeyi vurguladı. “Devlet otoritelerinin Alevi topluluğunun ibadet geleneklerine ve ibadet yerlerine yönelik davranışları, inanç gruplarının özerk ve bağımsız olarak var olma hakları ve devletin inanç gruplarının özerk varoluş haklarına karşı tarafsız olma ve ayrımcı olmama görevi ile bağdaşamaz.”