1- KIRKLAR CEMİ
“Buyruk”un "Kırkların Cemi" adlı bölümü İzmir Yazması (s. 7) ile Maraş yazmasında ki bölümün (s. 155-161) birleştirilmesiyle tamamlanmış metin şöyledir:
Hz. Muhammed bir sabah erken miraca gidiyordu. Ansızın yoluna bir aslan çıktı. Aslan üzerine kükremeye başladı. Muhammed ne yapacağını şaşırdı. Birden bir ses duydu: "Ey Muhammed, yüzüğünü aslanın ağzına ver!" Muhammed söylenileni yaptı. Yüzüğünü aslanın ağzına verdi. Aslan nişanı alınca sakinleşti. Muhammed yoluna devam etti. Göğün en yüksek katına erişti. Orda dostuna kavuştu. Onunla doksan bin söz konuştu. Bunun otuz bini şeriat üzerine idi, inananlara indi. Kalan altmış bini ise Ali'de sırroldu. Cennette Hz. Muhammed'e bal, süt ve elmadan oluşan bir yemek geldi. Bunlar özellikle seçilmiş yiyeceklerdi. İnsan için sütün yüz yararı, balın yüz yararı vardı. Elma da katılınca bu üç yiyeceğin binbir yararı bulunu-yordu. Balın peteği insanın mayası, sütün memesi ana rahmi, elmanın kabuğu derisi sayılırdı. Tanrı, süte sevgiyi, bala aşkı, elmaya dostluğu bağışladı. Üçünü de cennet ürünü olarak insanlara yolladı. Muhammed miraçtan dönerken şehirde bir kubbe gördü. Bu kubbe ilgisini çekti. Yürüyüp onun kapısına vardı. İçerde birileri sohbet ediyordu. Hz. Muhammed içeri girmek için kapıyı vurdu. İçerden bir ses geldi: "Kimsin, ne için geldin?" diye sordu. Hz. Muhammed: "Ben peygamberim. Açın içeri gireyim. Erenlerin güzel yüzlerini göreyim!" diye karşılık verdi. İçerden: "Bizim aramıza peygamber sığmaz. Var peygamberliğini ümmetine yap" dediler. Bunun üzerine Muhammed kapıdan çekildi. Tam gideceği sırada tanrıdan bir ses geldi. "Ey Muhammed o kapıya var" buyurdu. Tanrı'nın bu buyruğu üzerine Muhammed yeniden o kapıya varıp kapıyı çaldı. İçerden: "Kim o? diye sordular. Hz. Muhammed: "Ben peygamberim. Açın içeri gireyim mübarek yüzlerinizi göreyim" dedi. İçerden: "Bizim aramıza peygamber sığmaz, ayrıca bize peygamber gerekli değil" dediler. Tanrı'nın elçisi bu sözler üzerine geri döndü. Oradan uzaklaşacağı sırada Tanrı yeniden buyurdu: "Ey Muhammed, geri dön. Nereye gidiyorsun? Var o kapıyı arala" buyurdu. Tanrı'nın elçisi yine o kapıya vardı. Kapının tokmağını çaldı. İçerden: "Kimsin?" diye ses geldiğinde: "Yoktan var olmuş bir yoksul oğluyum. Sizi görmeye geldim. İçeri girmeme izin var mı? diye karşılık verdi. Yeniden geri dö-nüp geldiğini bildirmedi. O anda kapı açıldı. İçerdekiler: "Merhaba, hoş gelip uğur getirdin; gelişin kutlu olsun ey kapılar açarı!" diye karşılayarak içeri çağırdılar. O mecliste Kırklar oturmuş aralarında söyleşiyorlardı. Peygamber hazretleri: "Kutsal kapı, hayırlar kapısı açıldı. Bismillahirrahmanirrahim" diyerek önce sağ ayağını içe-ri atıp o kapıdan içeri girdi. İçeride otuzdokuz inanmış can oturuyordu. Muhammed bakınca bunların yirmi ikisinin er onyedisinin bacı olduğunu gördü. "Muhammed peygamber geldi" diye gaipten bir ses geldi. Muhammed'in içeri girmesi için inananlar ayağa kalktılar. Tümü ona yer gösterdi. Hz. Ali de o mecliste idi. Hz. Muhammed, Hz. Ali'nin yanına oturdu. Ama onun Hz. Ali olduğunu anlamadı.
Hz.Muhammed'in aklında birtakım sorular belirdi. "Bunlar kimler? Tümü aynı düzeyde. Büyükleri hangisi, küçükleri hangisi?" diye düşündü. Soru sormayı gereksiz görüyordu. Ama dayanamadı: "Sizler kimlersiniz? Size kim derler?" diye sordu. İçerdekiler: "Biz Kırklarız" diye karşılık verdiler. Hz. Muhammed: "Peki, sizin ulunuz kim, küçüğünüz kim, ben anlayamadım." dedi. Kırklar: "Bizim ulumuz da uludur. Küçüğümüz de uludur. Bizim kırkımız birdir, birimiz kırktır" diye karşılık verdiler. Hz. Muhammed: "Ama biriniz eksik, o biriniz ne oldu" diye sordu. Kırklar: "O birimiz Selman'dır. Taşraya çıktı. Pars'a gitti. Ama niçin Sordun? Selman da burda. Onu aramızda say" dediler. Hz. Muhammed, Kırklar'dan bunu göstermelerini istedi. O zaman Hz. Ali kutsal kolunu uzattı. Kırklar'dan biri "destur" diyerek Hz. Ali'nin koluna bıçak vurdu. Hz. Ali'nin kolundan kan akmaya başladı. Bu sırada tüm Kırklar'ın bileğinden kan akıyordu. O anda pencereden bir damla kan girip ortaya damladı. Bu kan, taşrada bulunan Selman'ın kolunun kanıydı. Sonra Kırklar'dan biri Hz. Ali'nin kolunu bağladı. Öbür Kırklar'ın da tümünün kanı durdu. O sırada Pars'tan Selman-ı Farisi'nin geldiğini gördüler. Selman bir üzüm tanesi getirdi. Kırklar bu üzümü getirip Hz. Muhammed'in önüne koydular: "Ey yoksullar hizmetkârı, bir hizmet et de bu üzüm tanesini bize paylaştır" dediler. Hz. Muhammed duruma baktı. "Bunlar kırk kişi, üzüm tanesi bir tane. Ben bu üzümü nasıl böleyim?" diye düşünceye daldı. O anda Tanrı Cebrail'e: "Sevgilim (Muhammed) zorda kaldı. Tez yetiş cennetten bir nur tabak al, ilet. O üzümü bu tabak içinde ezip şerbet eylesin. Kırklar'a verip içirsin" diye buyurdu. Cebrail cennetten nurdan yapılmış bir tabak alıp Tanrı'nın elçisinin karşısına geldi. Tanrı'nın selamını ileterek o tabağı Muhammed'in önüne koydu. "Şerbet eyle, ey Muhammed" dedi. O sırada Kırklar, Hz. Muhammed üzümü ne yapacak, diye seyrediyorlardı. Birden Hz. Muhammed'in önünde nurdan tabağın belirdiğini gördüler. Tabak güneş gibi ışık veriyordu. Hz. Muhammed tabağın içine bir damla su koydu. Sonra parmağı ile o üzüm tanesini nurdan tabak içinde ezip şerbet eyledi. Tabağı Kırklar'ın önüne koydu. Kırklar o şerbetten içtiler. Tümü ilk yaratılıştaki gibi sarhoş oldular. Oturdukları yerden ayağa kalktılar. Bir kez ya Allah diyerek el ele verdiler. Üryan büryan semaha girdiler. Muhammed de bunlarla birlikte semaha girdi. Kırklar'ın semahı ilahi bir nur içinde sürdü. Semah ederken Hz. Muhammed'in başından mübarek imamesi düştü. İmame kırk parça oldu. Kırklar'ın her biri bir parçasını aldı. O parçayı etek yapıp kuşandılar.
Maraş Yazmasında (s. 150) konu burada biter ve Hz. Muhammed evine döner. İzmir Yazmasının "Hakkın Sırrı Hakikat" bölümü buranın devamıdır (s. 9).)
Hz. Muhammed bunlara pirlerini ve rehberlerini sordu. Kırklar: "Pirimiz, Şahımerdan Ali'dir, kuşkusuz, tartışmasız ve rehberimiz, Cebrail Aleyhi selamdır" dediler.
Bunun üzerine Hz. Muhammed, Hz. Ali'nin orda olduğunu anladı. Hz. Ali, Hz. Muhammed'in yanına doğru yürüdü. Hz. Muhammed, Hz. Ali'nin geldiğini görünce saygı ve sevgi ile eğilerek Hz. Ali'ye yer gösterdi. Kırklar da Hz. Muhammed'e katılarak, Hz. Ali karşısında saygı ile eğilerek yol açıp yer gösterdiler. Bu sırada Hz. Muhammed, Hz. Ali'nin parmağında nişan-ı mührü gördü.
Bu son geleneksel Alevi anlatımında ve İzmir Yazması (s.9) ile Maraş yazmasında (s.159) biraz değişiktir: “Muhammed evine döndükten sonra Hz. Ali gelir ve Hz. Muhammed'in aslanın ağzına verdiği yüzüğünü önüne kor”.
2- RIZA ŞEHRİ
Alevilikte “Rıza” kişinin Yol ile hoşnutluk kurması olarak algılanan kendi özgür iradesiyle davranma durumudur. Rıza önce kişinin kendisi ile rızalığı, kendi kendini ölçmesi ve kendini yargılamasıdır. Sonra kişinin toplumla rızası “eline-diline-beline” sahip olmasıyla, “edep”le gerçekleşir. Sonunda kişi Yol’a baskı ve zorlama olmadan girer ve Yol gereklerini severek, inanarak yerine getirir. Yol’da rıza olursa, toplumda rıza olur. Toplumda rıza olursa kişinin kendi özüyle rızası gerçekleşir.
Buyruk’ta “Rızaya Teslim” bölümünde Rıza Şehri mitolojisi şöyle anlatılır:
RIZAYA TESLİM
Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehere düştü.
Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu şehrin bu düzenini şaşa kaldı.Öyle ki birisine yaklaşıp bir soru sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı:
“Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik Anlaşılan sen rıza şehrinden değilsin, Dünyalı olmalısın dedi.
Sofu;
“Evet bu şehirden değilim” diye karşılık verdi.
Fırıncı:
''Hele belli oluyor. Dur,öyleyse seni görevlilere teslim edeyim.Onlar seninle ilgilenirler.Bizim şehrimizde para pul geçmez'' dedi.
Fırıncı bu Sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar. İçlerinden biri :
''Meclise götürelim, ulular karar versin''dedi.
Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tuttu. Yol boyu sofu düşünüyordu.İçinden ''Paranın geçmediği bir şehir.Görevliler, ulular meclisi,şimdi de büyük ne görkemli yerdir gör ne ulular meclisi''diye kurdu.Neyse bir süre yürüdükten sonra divana vardılar.Ama sofu bu şaşa kaldı. Çünki divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi.Yerlere basit kilimler serilmişti.Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı. Görevliler uluları selamladıktan sonra:
''Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti.Ne yapalım diye sordular.
Ulular:'
'Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. Konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün gerekeni yapın!''diye buyurdular.
Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler..Önce bir aş evine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürüdüler. Bir odaya yerleştirdiler. Sofuya kentte ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğini anlattılar.
''Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın''dediler, yeterki rızalıok olsun''bunu unutma'' diye uyardıl.
Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse ''Ne arıyorsun?''diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu. Görevliler:'
'Gidemezsin dediler. Bu şehir rıza şehridir. adı üstünde, sen buraya rızan ile geldin. Bizde sana yiyecek verdik,yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?
Sofu:''
Kuşkusuz razı kaldım, sağ olun!''diye karşılık verdi.
Görevliler:''
Şimdi de bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip, yattığın günler için çalışmalısın.
Sofu:
“O ki töreniz böyle çalışayım” diye kabul etti.
Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Her sabah işine gidiyor, akşama dek çalışıp evine dönüyordu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan ''Sen dünyalı mısın?'' oluyordu. Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti ay geçti. Sofu şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hala yalnızdı.Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı:
''Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?'' diye sordu.
Arkadaşı: '
'Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orda her cuma günü tanışmak dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orda beğendiği anlaştığı biriyle evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler.'' dedi.
Sofu cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar dolaşıyorlardı. Genç kızlar,oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşamayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanın kaynadığı bir kıza yaklaştı. Ama o bacının ilk sorusu:
''Sen dünyalımısın'' oldu.
''Evet, dünyalıyım ne olacak?'' diye karşılık verdi.
Bacı: “Davranışalrından hemen belli oluyor. Ama alınma zararı yok. O ki beni kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda ben sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin'' dedi.
Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile konuşmaya giderken yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi, ne korucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile ivedi davranıp ağacın bir kaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu.Masanın üzerine yerleştirdi.Bacının gelmesini gelmedi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne var ki narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.
Bacı:
Bunları nerden aldın? diye sordu
Sofu narları nerden kopardığını söyledi. Bunun üzerine bacı
''Beni düşndüğün için sağol. ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burda boşuna çürüyecek. Başkalrınıın hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye de zarar vermişsin. Oysa daha dikkatli davranıp bahçeye zarar vermeyebilrdin....Burda kimse senden bir şey kaçırmıyor ki...Bunca senedir rıza şehrinde yaşıyorsun.Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest oolduğunu bilmeliydin.Şimdi anlıyorum,sen bu şehre ayak uyduramayacaksın.
Bunları söyledikten sonra bacı sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun Rıza şehrine uyamayacağına karar verildi. Bunun üzerine görevliler Dünyalı sofuyu şehirden attılar.
Şimdi bu olay kulağımıza küpe ola!
Rıza Şehri ideali uygulamaları tamamen gönüllülük esasına göre sağlanmıştır. Kişinin Rıza Şehrine girmesi için herhangi bir zorlama olmadığı gibi, girmeyenler için bir dışlama da söz konusu değildir. Ancak Rıza Şehrinin hoşgörü, paylaşım ve sevgi kurallarının o şehre dahil olan insanlar tarafından ihlal edilmemeleri için kişi veya guruplar sorumlulukları konusunda bilgilendirilirler.
- Rıza Şehrinde yaşayanlar Dış Kapıları/ Gönül Kapılarını Kilitlemezler.
- Rıza Şehrinde Şiddet yoktur.
- Rıza Şehrinde Mutluluk ve Acılar paylaştırılır.
- Rıza Şehrinde Zorlama yoktur.
- Rıza Şehrinde Yalan, dolan, fesat, kin, nefret ve iftira yoktur.
- Rıza Şehrinde insanlar eşit statüdedirler, kimsenin üstünlüğü ve önceliği yoktur.
- Rıza Şehrinde her şey Rızalık ile olur, Rızalık ile sağlanır.
- Rıza şehri tasa ve kıvançta birleşen insanların şehridir. Rıza şehrine yoksullar
doyurulur, çıplaklar giydirilir, yüzler güldürülür.
- Rıza Şehri, Rızalığa Razı olanların şehridir.
- Rıza şehri Aleviliğin idealidir.
3- HIZIR
Alevi Kültürünün en önemli mitolojik kişisi, Buyruk’ta ismi geçmesede Kur’an’da el-Kehf suresi 60-82ci ayetlerde Musa’ya yol gösterenin halk arasında her zorlukta yardıma çağırılan Hızır olduğu kabul edilir. Hızır (Arapça: al-Khiḍr "Yeşil adam"), Hızır Ata, Bozatlı Hızır, Türk ve Ortadoğu mitolojisinde ulu bir kişi olarak kabul edilir. Mitolojik kimliği Tevrat, Zebur ve İncil'de farklı isimlerle anılır. Bu yüzden kutsal kitabı olan bütün dinlerde bir nebi veya veli olduğu düşünülür.
Hızır ve İlyas’ın (ve de Hıdırellez’in) kökeni hakkında çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları Hızır’ın ve Hıdrellez’in Mezopotamya ile Anadolu kültürlerine ait olduğu; bazıları ise İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait olduğu yolundadır. Hızır düşünüşünü ve Hıdrellez Bayramı’nı tek bir kültüre mal etmek olanaksızdır. İlk çağlardan itibaren Mezopotamya, Anadolu, İran, Balkanlar ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde kıştan sonra bahar ya da yazın gelişiyle belli başlı doğasal döngüler için kutsal tören yapıldığı ve sevinç duyulduğu görülmektedir.
Kur'an-i Kerîm'de, Hızır'ın isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Suresi'nin 60-82. ayetlerinde (ayrıntılar için “Kur’an-ı Kerim içeriğine yaklaşım” maddesinde Zahir-Bâtın farkına bak) yer alan Hz. Musa ile ilgili kıssadan "Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." (65cı ayet) diye sözü edilen şahsın Hızır olduğu kabul edilir. Sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu belirtilmiştir (bk. Buhârî, “Enbiyâ”, 29; ilm 16, 44, Tefsîru'l-Kur'ân, Tefsîru Sûrati'l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).
Rivayete göre Musâ bu yolculuğa, Allah tarafından, kendisinden daha bilgili olduğu haber verilen Hızır ile buluşmak için yola çıkmıştı. Yolculuk yanındaki genç kamberi Yûşâ’ya “Allah’ın bana verdiği gizli bilgilerin gerçek mânasını bana anlatacak Allah’ın sevdiği kulu bulmak için iki denizin (Zahir ve Bâtının) birleştiği yere gidiyoruz“ demesi ile başlar. Yolculuklarında yemekleri olan tuzlu balıkları çesmedeki suyla yıkayınca, balıklar canlanır ve denize dalar. Bu suyun Ab-ı Hayat olduğunu ve iki denizin birleştiği yere vardıklarını anlarlar. Hızır da yanlarına gelir. Musâ, sahip olduğu ilimi kendisine de öğretmesi için onunla arkadaş olmak istediğini söyler. Kur’an’ın adını bildirmediği bu kişi yolculuklarında gördüklerini anlamayıp iç yüzüne vâkıf olamayacağı olaylarla karşılaştıklarında soru sormamasını ister. Aksi takdirde yolculuklarının sonu olacağını bildirir. Musâ’nın bu şarta uyacağına dair söz vermesi üzerine yolculuk başlar. Bu zat önce bir balıkcı köyünde tekneleri deler, arkasından bir çocuğu öldürür, daha sonra da uğradıkları bir kasabanın halkı kendilerini misafir etmediği halde orada yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Musâ yol arkadaşına davranışının sebebini sorar; arkadaşı da, “Ben sana benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi?” diye uyarıda bulunur. Musâ özür dileyip yolculuğa devam etmelerini ister. Sâlih kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Musâ’nın ricasını kabul ederse de üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler. Söz konusu hadiselerde davranışlarıyla ilgili olarakta “ Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım”der ve bunları Rabbin’ın bir rahmeti olarak yerine getirdiğini söyler.
İslam tarihinde Hızır ya peygamberdir ya da velidir diye yorumlayanlar da olmuştur. Kehf suresi 65 te “..biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” deniyor. Peygamber olduğu halde Musâ’nın “Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” sorusunu sorması, Hızır’ın peygamber olmadığı halde rahmete (ermişlik derecesine) ulaşmış olması yorumunu da doğurmuştur. Böylece Hızır Islam tarihine “Nübüvvet-ül Velâyet” kavramını da eklemiş, Musâ ise “Nübüvvet-ül Teşrî” (ilan edilen) sınıflandırmasında tanımlanmıştır. İbnü’l-Arabî’ye göre velâyet, diğer bütün mertebeleri kuşatıcı bir alandır, bu yüzden kıyamete kadar son bulmaz. Hâlbuki yeni bir şeriat getiren risâlet ile daha önceki bir şeriatle hükmetme anlamındaki nübüvvet görevi, Hz. Peygamber ile birlikte son bulmuştur. Zîrâ ondan sonra ne bir resûl ne de bir nebî gelecektir. Velâyet makamı, nübüvvet ve risâlet makamlarını içine aldığı için, her üç niteliği de kendi şahsında toplayan bir kimse söz konusu olduğunda velâyet makamı nübüvvet ve risâlet makamlarından daha üstündür.
Tasavvuf ve Hızır
İslam inancının efsanevi rehberi ve ölümsüzlüğe ermişi Hızır’ın Ab-ı Hayat içmiş ve ölümsüzlüğe ya da ebedi yaşama kavuşmuş bir kimliği vardır.
Bazen dervişler ona seyahatlerinde rastlarlar, onların ufkunu açar, sorularını cevaplar, belalardan korur ve özel hallerde onlara HIRKA bağışlar ya da giydirir.
Tasavvuf’ta Allah’ın doğrudan aydınlattığı kişileri kast eden EFRAT grubundan sayılır. Gerçeğin gizli yolunda yürüyenlerin görünmez rehberi olarak anılır. ÜVEYSİ tarikatı üyeleri ya hayatta olmayan bir mürşid tarafından, bazı hallerde de efsanevi peygamber HIZIR tarafından aydınlatıldıklarına inanırlar.
HIZIR ile ilgili en ilginç yorumlardan birisi de ATTAR’ın MANTIK EL TAYR kitabında yaptığı bir benzetmedir. Gerçeğe giden Yolda çelişkileri irdelerken HIZIR bir ABDAL’a “Ey değerli insan, benim arkadaşım ya da mihmanım olurmusun?” diye sorar. Aldığı cevap ise “Sen ve ben uyumlu değiliz. Sen Abu Hayat içmişsin ve ölümsüzlüğe kavuşmuşsun. Her zaman var olacaksın, oysa ben Hak yolunda canımı vermek istiyorum.”
Beklenen veya beklenmeyen iyilik ve Hızır
Beklenen veya beklenmeyen iyiliği yapan Hızırdır. Havada dolaşır, su üstünde yürür. Kılıktan kılığa girebilir. Doğadaki varlıklara söz geçirebilir. İnsanlara göründüğünde kendini tanıtmadığı müddetçe kimse onun gerçek kimliğini bilemez. İnsanları sınavdan geçirir, bazen bir derviş, bazen bir yoksul kılığına bürünür. Aç olduğunu söyler, iyilikle karşılık verenleri ödüllendirir, tam tersine kendini kovup açlığını gidermeyenleri cezalandırır. Türk mitolojisinde savaşlarda kurt kılığına girip öndere veya komutana görünür. Yaraları iyileştiren ilaçlar yapar veya içeriklerini tarif eder. Bazen kör olarak tarif edilir ama göze ihtiyacı yoktur, çünkü o kalp gözüyle her şeyi görür.
Hızır’a darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıfları verilir. Umut kesmeden, yaşama sevinçiyle hareket edersek ne kadar zorluklarla karşılaşırsak karşılaşalım bir kurtarıcı elin bize uzandığını görüyoruz.
Doğayı simgeleyen Hızır
Elbiseleri yeşildir. Bu anlamda doğayı simgeler. Hazret-i Hızır hakkındaki hadis-i şeriflerden biri şöyle:
Hızır, kuru bir yere beyaz bir post serip üstüne oturunca, kuru yer birden yeşillenir. Biten yeşil otlar, arkasında sallandığı için ona Hızır denmiştir. [Buhari] (Hızır, yeşil demektir.)
Hızır Ölümsüzlük suyunu (âb-ı hayat) içtiği için ölüp yeniden dirilebilir. Elbiseleri yeşildir. Bu anlamda doğayı simgeler.
Miladi 6 Mayıs, Rumî 23 Nisan’a rastlayan Hıdrellez günüde Hızır ve İlyas (a.s) bir gül ağacının dibinde buluşarak sohbet ederler ve bu günlerde vakitlerini Allah yolunda olmanın ve birlikteliklerinin verdiği sevinçle kuvvet bulurlardı. Kutlamaları genel olarak yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında yapılmaktadır. Hıdrellezde baharın taze bitkilerini ve taze kuzu eti ya da kuzu ciğeri yeme adeti vardır. Baharın ilk kuzusu yenildiği zaman sağlık ve şifa bulunacağına inanılır. Günümüzde kullanılan manası ise; İnsanların kıştan kurutuluşlarının bir işareti ve bahar güneşinden faydalanma, uğursuzlukları giderme, adak adama, dilekte bulunma gibi düşünceleri gerçekleştirme amacıyla gelenekselleşen “bahar bayramı” inancıdır.
Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır.
Bugünde kırlardan çiçek veya ot toplayıp onları kaynattıktan sonra suyu içilirse bütün hastalıklara iyi geleceğine, bu su ile kırk gün yıkanılırsa gençleşip güzelleşileceğine inanılır. Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılır. Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılır. Ev, bağ-bahçe, araba isteyen kimseler, Hıdrellez gecesi gül ağacının altına istediklerinin küçük bir modelini yaparlarsa Hızır’ın kendilerine yardım edeceğine inanırlar. Ve aynı zamanda dileklerini kırmızı kurdeleye bağlayıp gül ağacına asarlar. Deniz kıyısında yaşayanlar ise kuma dileklerini resmederler, 41 taş toplarlar, geçen sene topladığı taşları dua ile denize fırlatırlar.
Bir inança göre de beşi altı Mayısa bağlayan gece bir Ayin-i Cem düzenlenir. Bu gece Hidrallez gecesidir. Denizlerin ermişi İlyas’la karaların ermişi Hızır buluşacaklardır. Dünya kurulduğundan bu yana bu iki ermiş her yıl, yılın bu gecesinde buluşurlar. Eğer bir yıl buluşmayacak olsalar, denizler deniz, topraklar toprak olmaktan çıkar. Eğer onlar buluşmazlarsa; kıyametin habercileri Hızır’la İlyas olacaktır. Hızır’la İlyas’ın buluştuğu an bir batıdan, biri doğudan iki yıldız doğar, yıldızlar Hızır’la İlyas’ın buluştuğu yerin üstüne kayarak gelirler, tam Hızır’la İlyas birbirlerinin elini tutarken onlar da birleşirler, tek bir yıldız olurlar. Yeryüzünün ve Hızır’la İlyas’ın üstüne top top ışık olup sağılırlar. Hızır’la İlyas’ın el ele tutuştuğu, yıldızların gökte birleştiği an dünyada her şey durur. Dünya bir an için ölür. Hemen sonra da daha gür, daha canlı, daha doğurgan dirilirler.
Yıldızların tokuştuğu an dilek tutanların dilekleri gerçekleşir.
Nuh peygamberin gemisinin fırtınaya tutulduğu, yeryüzünü suların kapladığı, tufanda, gemide ki insanların feryat edip “Ya Hızır bizi kurtar” diye dua ettikleri söylenir. Güvercin, (Aslında karga) ağzında zeytin dalı ile gemiye döndüğünde karanın yaklaştığı, suların da çekilmesiyle insanların karaya çıktıklarına inanılır.