ALEVİLİK İSLAMIN NERESİNDE?

OCAKLARIN YAPILANMASI HAKKINDA BİR KAÇ BİLGİ
26 Nisan 2021
ALEVİ AHLAK DEĞERLERİ VE TEMELLERİ
26 Nisan 2021

ALEVİLİK İSLAMIN NERESİNDE?

“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla!
O, insanı “alâk”dan yarattı.
Oku! Senin Rabbin en cömert olandır.
O, kalemle yazmayı öğretendir,
İnsana bilmediğini öğretendir.”
(Kur’an, Alâk suresi 1-5)
(Muhammed’e nüzul eden ilk ayetler)

Aşağıdaki satırları okumadan önce şu iki gerçeği gözardı etmemenizi rica edeceğim:

1- Bir insan topluluğu ve kültürü, ulaşılması zor ve ıssız bir adada olmadığı müddetce, diğer insan toplulukları ve kültürlerinden tamamen ayrı bir şekilde gelişemez. Her kültür diğer kültürlerle ilişkide, alış-verişte olur, etkilenerek ve etkiliyerek beraberce gelişirler. Mühim olan kendi değerlerinin bilinçinde olması ve diğer kültürlerin etkilerini bu süzgeçten geçirmesidir. Bizimde Alevi-Bektaşi kültürünün temellerini ve zaman akışı içinde kendini zenginleştirmek veya ayakta kalmak için diğer kültürlerden aldıklarımızı iyi bilmemiz lâzım. Kültürel kimliğimizi iyi bilmemiz bize inanç kimliğimizi de daha iyi anlamamıza yardımcı olur.

2- İslam tek gözlü bir kaynaktır ama bu kaynaktan çıkan su değişik yataklardan akıp gider ve hepsi birbirinden faklı yüzlerce vadiyi, ovayı besler. Geçtiği yerlere göre değişik renkler, değişik tatlar almaya başlar ama yine o tek kaynaktan çıkan su olarak kalır. İslam ve Kur’an birdir ama bu soyut İslamı, kendi sosyo-kültürel ortamlarında, günlük hayatta, algıladıkları ve anladıkları gibi gözle görülür elle tutulur halde yaşayan Müslümanların yorumu ise çoğuldur. Filipin’den Senegal’e, Harlem’den Baykal gölü kıyılarına kadar dünyanın dört bir tarafında İslam’ı, değişik mezhep ve tarikatlarıyla, birbirine ters bile düşebilen ayîn ve erkanlarla yaşatan yüzlerce değişik topluluklar vardır. Tarih boyunca yerel siyasî ve dinî otoriteler, aynı ülkede, aynı kültürden olupta, her zaman kendileri gibi düşünmeyen müslümanları “ Siz müslüman değilsiniz” diye tehdit ettiler. Neye dayanarak “Ben müslümanım” diyen birine “Sen müslüman değilsin” diyebiliriz? Buna en iyi cevabı 923 yılında Bağdat'ta Kadıların kadısı İbn Behlül verdi. Abbasi sultanı isyan eden Karmatilerin müslüman olmadıklarını ilan etmesi için İbn Behlül'den fetva ister. İbn Behlül bunu hadislere dayanarak reddeder: “Karmatiler mektuplarını yazarken “Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammet'de onun Resülüdür” diye başlıyorlar; bunu söylemeleri onları müslüman olarak kabul etmeğe kafidir. İnananların samimiyetini ancak Allah takdir edebilir” der. İslamın çeşitli ırklardan, kültürlerden oluşan bütün insan topluluğuna indirilmiş bir din oldununu hiçbir zaman unutmayalım.

Bizim de bu çok sesli İslam topluluğu içinde, yerimizin nerede olduğunu bilmemiz Alevi- Bektaşi kimliğimizi daha iyi anlamak için şarttır.

Anadolu’da yaşadığımız Aleviliği ve kullandığımız dinsel terimleri anlamak, tanımını tarihi süreç içindeki gelişmeleriyle yapmak, anlatmak ancak temellerinden biri olan İslamı anlamak ve İslam’ın içinde Aleviliğin yerini bilmekle mümkündür. Alevi inançsal kimliğini incelenmesi ancak İslam dünyasında değişik ülkelerde, değişik etnikler ve kültürlerince benimsenmesi ve nihayet Anadolu’ya ilk girişinden ele alarak geçmişte ne olduğunu ve nasıl geliştiğini anlayarak yapabiliriz.Bugün dünden daha sağlıklı araştırmalar ve ilmi yayınlar sağlıklı cevap vermemizi sağlıyor.

1- İslam’ı ve Kur’an’ı anlamak

Aleviliği tanımlamadan önce İslam dinini tanımlayalım. Din arapca bir kelimedir ve “Allah'a inanma ve bağlanma” anlamına gelir. Kur'an'da (Al-i İmran “İmran'ın ailesi” suresi 83.cü ayet) İslamdan “Allah'ın dinî” diye bahsedilir. Ama Bakara suresi 130cu ayette Hz. İbrahim'in dinî inancından bahsederken (ve yedi başka ayette) “din” değil “milla” kelimesi kullanılır. Türkce meallerde “milla” sözcüğü, meali yapana ve cümleye göre, din, dinî inanç, inanç veya yol olarak kullanılmış. Bu ayetlerin ingilizce, almanca ve fransızca meallerinde de din, dinî inanç, inanç veya yol sözcükleri eş anlamda kullanılmıştır.
Islam arapca س ل م‎ (sin, lam, mim, selm- barış ve güvenlilik gayesiyle boyun eğerek selam vermek) kelimesinden türemiş «Hz. Muhammed’in Allah tarafından tebliğine me’mur olduğu din»dir (Ferit Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik lügat).Alevilerin İslam ve vahiy anlayışını Kur’an’a dayanarak şöyle açıklayabiliriz:

Bütün İbrahimi dinlerde peygamberlere inen vahiylerin, Gök’te “levh-i mahfuz” (muhafaza edilen levha) üzerine yazılı Allah’ın sözleri olduğuna inanılır. Zuhruf suresinde (Diyanet Meali 2011) bu açıkca ifade ediliyor:

1 2, 3. Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur’an yaptık.
4. Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (Levh-i Mahfuz’da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetlerle doludur.

Demek ki Yüce Allah’ın Muhammed’e vahyettiği Kur’an ve diğer Kutsal Kitaplar “levh-i mahfuz” üzerinde yazılı ana kitapta (Ummu-l Kitap’ta) mevcut. Ama diğer ayetlerden anladığımıza göre Ummu-l Kitap’taki Rabbimin sözleri Kur’an’dan ve diğer Kutsal Kitaplardan çok daha fazladır hatta “tükenmez”dir. Bu Kur’an’ın iki ayetinde açıkca bildirilmiştir:

el- Kehf süresi 109: De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.”

ve Lokman suresi 27: Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Diyanet 2011 meali)

Demek ki Kur’an ve diğer Kutsal kitaplar Yüce Allah’ın vahyinin sadece bir kısmı yani Allah’ın insanlara söyleyeceği sözleri daha bitmemiş. Allah’ın vahyi yazmakla tükenmez, sonsuzdur ve süreklidir. Kur’an da söylendiği gibi artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre devam etmekte olan vahiy, peygamberî/nebevî bir vahiy değil, başka türde bir vahiydir. Peki ama bu vahiy bize nasıl bildirilecek ve içeriğini nasıl anlayacağız? Muhammed'e inen ilk beş ayet bize kalemle yazmayı, okumayı öğreten Allah’ın İnsan’a bilmediğini öğreteceğini söylüyör. “Ham ervâh (can, hayâtın cevheri) olarak yaratıldığımızdan bize Kamil İnsan olma Yol’unu” yani İslam’ın iniş amaçını gösteriyor:

“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla! O, insanı “alâk”dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Kur’an, Alâk suresi 1-5)

“Okumak, yazmak ve öğrenmek” Tanrının insanoğluna ihsan ettiği en büyük nimet olan aklı kullanmasıdır. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl değil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrının en büyük kutsal kitabı olan evreni/evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edinimi Allah’ın izniyle olmakta, dolayısıyla bu okuyuş, Tanrısal vahyin sürekliliğini ifade etmektedir. İnsanın, evreni ve ondaki yaşamı okumasından bilim ve ilim açığa çıkmaktadır. Bilim ve ilim ise ayette işaret edilen “ Allah’ın tükenmeyen sözleri”dir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime ve ilime uymak, Allah’ın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir.
Tanrın sözünü bu geniş çerçeveye koyduktan sonra tabii olarak Kur’an etrafındaki ilk somut sorun inen bir ayeti anlamadığımızda kim bize mânâsını açıklayacak? Muhammed hayatta oldukca bir sorun yoktu; ama Muhammed’in son peygamber olması ve Hakk’a yürümesiyle Kur’an’daki ayetlerin anlamını açıklama yetkisi kimin olacaktı? Kur’an üzerindeki bu dinsel hakimiyet yani bir “halife” olarak ayetin nasıl anlaşılması gerektiğine karar verme “hakkı ve yetkisi”, siyasî iktidar kadar önemli çünkü toplum üzerinde siyasî hakimiyetin bir “araçı” olarak kullanılabilirdi ve kullanıldı da. Konuyu en baştan ele alalım: Kur’an nedir ve ayetlerin “manâ”sını anlamada bize kim yardımcı olabilir?
Alevilerin yaklaşımı, Kur’an’ın tamamen Allah’ın “levh-i mahfuz”dan alıp söylediği sözü olduğu, Cebrail vasıtasıyla, yavaş yavaş, ayetlerin ve bölümlerinin Muhammet’in aklına ve diline vahyedildiği ve Allah’ın elçisinin görevinin de bu vahyi insanlara ulaştırmak ve sonrada ne anlama geldiğini izah etmek olduğudur. Kureyşliler, “Ey Muhammed! Senin hakkında yahudilere, hıristiyanlara sorduk, peygamberliğine dair bir haber olmadığını söylediler. Bize senin peygamber olduğuna dair bir şahit göster” demişler ve bunun üzerine şu âyet inmiş:

“ De ki: “Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Allah benimle sizin aranızda şahittir. İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu. Gerçekten siz mi Allah ile beraber başka ilâhlar olduğuna şahitlik ediyorsunuz?” De ki: “Ben şahitlik etmem.” De ki: “O, ancak tek bir ilâhtır ve şüphesiz ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” (En-âm sureti 19 Diyanet Meali 2011”)

Ve buna ilaveten Bürüç suresi ( Diyanet Meali 2011):

21. Hayır, o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kur’an’dır. 22. O, korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz’da)dır

Daha geniş anlamda Tanrı’nın Peygamberler ve Kutsal Kitaplar hakkında Kur’an’da Hadid suresinde :

“26. Andolsun, biz Nûh’u ve İbrahim’i peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve kitabı onların soylarına da verdik. Onlardan kimi doğru yola ermiştir, ama içlerinden birçoğu da fasık kimselerdir.
27. Sonra bunların peşinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.
28. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. 29. Bunları açıkladık ki, kitap ehli, Allah’ın lütfundan hiçbir şeyi kendilerine has kılmaya güçlerinin yetmeyeceğini ve lütfun, Allah’ın elinde olduğunu, onu dilediği kimseye vereceğini bilsinler. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Diyanet Meali 2011”)

İbn-i Haldun bu konuda (William St. Clair Tisdall’in “Original Sources of the Qur'an” adlı kitabından türkce tercümesiyle iki arapca alıntı) şöyle diyor: “Böylece bilin ki, Kuran Arapça ve Arapların belagatine uygun inmiştir, herkes birçok bölümündeki farklı anlamları ve bunların birbiriyle ilişkisini anlamış ve öğrenmiştir. Gereken koşullar çerçevesinde, bu ayetlerden bazıları Allah’ın Tek olduğu öğretisini ve farizaları açıklamak için, bölüm bölüm ve ayet grupları halinde inmeye devam etti. Bu ayetlerden bazıları imanla ilgili maddeleri, bazıları ise davranış kurallarıyla ilgili emirleri içermektedir.” Aynı yazar başka bir metinde şöyle demektedir: “Senin için bütün bunlar, İlahi kitaplar arasında bunun, aynı sözlerle ve aynı fasıllarla ezbere okunabilecek şekilde Peygamberimize esinlenen Kuran olduğunun kanıtıdır; öte yandan Tevrat, İncil ve diğer bütün Semavi Kitaplar, Peygamberlere, kendilerinden geçtikleri bir zamanda, düşünceler olarak vahiy edilmiş ve peygamberler yeniden sıradan bir insan haline geldiklerinde bunlar, onlara kendi dillerinde açıklanmıştır: Bu nedenle bu kitapta mucizevi hiçbir şey yoktur.”.

Söylenceye göre İslamın kutsal kitabı Kur’an, Hz.Muhammed’e kırk yaşındayken Cebrail aracılığıyla vahiy yoluyla 610 yılının ramazan ayının Kadir Gecesi’nde Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda indirilmeye başlamıştır. İlk indirilen beş ayet Alak suresinin başında yer alır. Kur’an-ı Kerim, 610 – 632 yıllan arasında, 12 yılı Mekke, 11 yılı da Medine dönemi olmak üzere yaklaşık olarak yirmi üç yıllık sürede, ayetlerler hâlinde indirilerek tamamlanmıştır. İslam’ı kabul edenler bu ayetleri ezberler ve bazılarıda uutmamak için çeşitli malzeme üzeri yazarlardı. Belirli bir zaman sonra bazı kişiler vahiy katipliği görevini üstlendi.
632 de, Ebu Bekir’in halifeliği döneminde, vahiy katibi ve hafız olan Zeyt b. Sabit’e Kur’an ayetlerini derlemek ve “iki kapak arasında toplamak” (Mushaf) görevi verildi. Ancak indiriliş sırasına bakılmadan toplanan ayetlerden oluşan bu ilk Kur’an Mushafı ölene kadar Ebu Bekir’de kaldı, sonra ikinci Halife Ömer’e geçti. O da ölünce, Ömer’in kızı, Peygamber’in eşi Hafsa’ya emanet edildi.
Bu dönemden hiçbir Kur'an tam olarak elimize geçmedi. İbn ebu Davut'a (öl. 929) atfedilen “Kitap al Masahif” sahabeden bazı kişilerin kendi Mushaflarını yaptıkları belirtiliyor. En erken Kur’ân yazımı esnasında, Arap alfabesi, bugün kullanılan 28 harfe karşılık 22 harften oluşmaktaydı. Uzatma, nokta, hareke gibi işaretlerin yer almadığı bu ilk yazımlara daha sonraları ilâve edilen işaretlemelerle okuyuş şekli de (tecvid) yazılı olarak belirlenmiş. Farklı yazım şekillerine sahip farklı Kur’an mushaflarında, ayetlerin anlamları da değişebilmektedir. İbn ebu Davut toplam olarak aralarında ayetlerin ve surelerin sıralanması haricinde bir çok başka farklılıkları olan 28 Mushaftan bahsediyor.
Elimizdeki bilgilere göre 11ci yüzyıla kadar var olan Mushafların en önemlileri şunlar: 1) Salîm ibn Mâqîl'in (ölümü 633) Mushafı
Yammama savaşında (633) şehit olan Salîm ibn Mâqîl Mushafı sözlü ve yazılı ayetleri ilk toplayandır ve “Mushaf” adınıda veren O'dur.
2) Abdullah Ibn Abbas'ın (618-686) Mushafı Hz. Muhammed'ın amcası Al-Abbas ibn Abd al-Muttalib'in oğlu zamanının en önemli ulemalarından, Tefsir ve Sunna uzmanıdır.
3) Ali ibn ebu Tâlib'in (öl. 661) Mushafı
Ebu Bekir Zeyd'e Mushaf hazırlatmadan önce Ali'nin hazırladığı bir Mushaf. Kısmen bulunduğu iddia edilen ve Alevi-Şii dünyasında bir çok eski eserde bahsedilen ve bahsedilmekte devam edilen Mushaf.
4) Ebu Mûsa al Ach’arî'nin (öl. 662 veya 672) Mushafı
Mekke'nin fethinde ve Tebük savaşında da bulunan sonra Basra ve Kufe valiliği yapan ve Hz. Ali'nin halifeliği sırasında taraftarı olan Ebu Mûsa al Ach’arî'nin de hazırladığı bu Mushaf'dan bir çok eski eserde bahsediliyor. 5) Ubayy ibn Ka’b'ın (öl. 643) Mushafı
Ubayy ibn Ka’b Hz. Muhammed'e, Zeyd ibn Tâbit gibi Kur'an katipliği yapmıştı. Mushafını, Peygamberimizin yol arkadaşlarından destek alarak ve sözlü ve yazılı kaynaklarından faydalanarak ciddi bir çalışmayla topladı. Yaptığı bu çalışma Osman'ın yaptırdığı Mushaf'tan çok farklı bir çalışma. Osman'nın ve diğer halifelerin bu Mushafı yok etmeye çalışmalarına rağmen 10cu yüzyıla kadar kaldığını bir çok kaynakta okuyabiliyoruz. Bu Mushaf'ta 114 suret yerine 116 suret var ve sıralamada oldukca farklı.
6) Abdullah Ibn Mes’ûd'un (öl. 650) Mushafı
En tanınmış Osman karşıtı bir Mushaf. Aynı zamanda hakkında en fazla bilgi var olan Mushaf. Abdullah Ibn Mes’ûd ilk müslümanlardandır. Osman zamanında Kur'anı derleme çalışmasına davet edilmeyince, ezbere bildiği Kur'an'ı, kâtiplere okuyarak yazdırdı. Bütün Orta Çağ'da İbn Mes'ûd'un Kur'an'ının kopyaları ellerdeydi. Bu Kur'an'dan bir çok sure zamanın geleneksel ulemaları tarafında tevsir edilmişti. Bu günkü Kur'an ile surelerin sıralamasında, eşanlamlı kelimelerde diğerinin kullanılması ve bazı ayetlerin başkalarıyla yer değiştirmesi gibi farklılıklar vardır.
936 da hafız İbn Sannabud, İbn Mesud'un Kur'an'ını okumayı bırakmadığı için Bağdat'ta meydanda kırbaçlandı (1962 yayınlanan “‎Bağdat 1200 yıllık tarih” kitabındaki Régis Blachère'in yazısından) ;1007 de ise sünnî şeriat mahkemesi, İbn Mes'ud Mushafı'nın imha edilmesine karar verdi. 15. yüzyıl ilahiyatçısı Suyuti, El İtkan- Fi Ulumil Kuran (kısaca İtkan, Kuran İlimleri Ansiklopedisi) adlı eserinde bu dönemde var olan Mushaflar arasındaki farkları gösteren bir liste yayımlamıştı. Buna göre Ibni Mesud’un Mushafı’nda Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure ile Felak ve Nas Sureleri yoktu. Ali’nin Mushafı’nda surelerin sırası bugünkünden farklıydı. Ayrıca Suyuti kitabında, Bakara Suresi’nin orijinalinde Ahzab Suresi ile aynı uzunlukta olduğunu belirtiyor. Oysa bugün, eldeki ‘resmî’ Kuran’da, Bakara Suresi 286 ayet iken, Ahzab Suresi 73 ayet.

Son senelerdeki araştırmalara göre bugün elimizde bulunun Kur’an’ın aslında Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan (685-705) ve Hicaz sonrada Irak valisi olan ve aynı zamanda şair Haccac ibn Yûsuf tarafından yapılan son değişikliklerle geldiği söyleniyor. Bir çok kaynak, çok güzel şiirleri olan valinin halife Abdulmelik bin Mervan'ın isteği üzerine Kur'an'ın yazılışına müdahale ettiğini yazıyor. Metinde olmayan ve birbirine benzer harfleri ayırt edebilmek için imla işaretleri ve harflerin sesini değiştiren işaretleri ve noktaları ilave ettiği gibi ayetlerin ve surelerin yerini değiştirdiği hatta bazılarını da eklediğini yazıyorlar.
Bugün kütüphane köşelerinde unutulmuş eski elyazmalarının yeniden ele alınması, değerlendirilmesi ve akademik araştırmalar bu ilk İslam dönemi Kur’an’ları hakkında bilgilerimizi genişletiyor ve yeni buluşların devam edeceği izlemi bırakıyor. O günler gelinceye kadar elimizdeki halife Abdülmelik bin Mervan ve Haccac ibn Yûsuf’un arapca işaretlerle son şekillini verdiği Kur’an yazımı bütün İslam dünyası tarafında “uzlaşma” ile kabul edilmiştir.

Bu konuda ayrıntılı bilgiler şimdilik 9 ve 10.cu yüzyıllar arasında yaşamış ve Kur'an'daki tahriflerden bahseden sünni veya şiî ulemalarının aşağıdaki kitaplarında bulunur:
- Sulaym b. Qays (öl. 695):
Büyük ihtimalle eserlerine sonradan 9.cü yüzyıla kadar yapılmış ekler var.
- Kitab al-tanzil wal-tahrif (Tanzil ve Kur'an'da tahrif kitabı);
- Kitab al-qira’at (Kur'an'ın kıraatının, “okunuşu”nun kitabı )
- Al-Husayn b. al-Hakam al-Hibari (öl. 899)
- Tafsir (Kur'an'ın Tefsiri) 3.cü bölüm
- Al-Saffar al-Qummi (9cü yüzyılın ikinci yarısı)
- le Livre des perceptions des degrés (Değişik derecelerin hissedilmesi kitabı)
4cü bölüm. - Muhammad b. Ya’qub al-Kulayni (10cu yüzyılın birinci yarısı) - le Livre suffisant (Yeterli Kitap)
5.ci bölüm Alevi öğretisi Hakk'ın Hazreti Muhammet’e Kur’an’ı vahyettiğini ve Kur’an'ın yanında Tevrat, Zebur, İncil’i de dinî inançların kutsal kitabı olarak kabul eder.
2- İlk Türkçe Kur’an Mealleri ve Türkçe Kuran geleneği

4- “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara
(Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.
(Kur’an 14 İbrahim suresi 4, Diyanet Meali 2011)

İslamiyet’i sonradan kabul eden toplumlar, bu ayete dayanarak, Kuran’ı kendi dillerinde iyi anlamak ve dinin gereklerini bilinçli olarak yerine getirebilmek için çeviri işlerine giriştiler. Orta Çağ’da İslam’ı benimseyen Türkler kutsal kitabı kendi dillerine çevirmek olmuştu.
Bilinen en eski Türkçe Kuran çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır.
Bu Kur’an üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor. Türkçe ayetlerin dili, Göktürklerin kullandığı eski Türkçeye çok yakın olan Karahanlı Türkçesidir. (Prof. Dr. Aysu Ata, söz konusu Karahanlıca Kuran’ı Latin harflerine aktararak Karahanlıca en eski Türkçe Kuran’ı Türk Dil Kurumunda yayınladı). Devletşah’ın 1333 yılında İran Şiraz’da kopyaladığı Kuran, Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazılmıştır, yazma bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka Türkçe Kuran ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonundadır.
Özbek Çağatay Türkçesiyle yazılmış 1540’lı yıllara ait Türkçe Kuran yazmaları, hem Topkapı Sarayı’nda hem de Konya Mevlana Müzesi’nde bulunmaktadır. Rus ve Özbek müzelerinde, Orta Çağ’a tarihlenen Doğu Türkçesi ile yazılmış başka çeviriler de vardır. Kuran bir kitap olarak Osmanlı Türkçesine ilk kez Yıldırım Bayezid döneminde çevrilmişti. Bursa Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan 1401 tarihli el yazması, Osmanlı Türkçesi ile yapılmış bilinen en eski Kuran çevirisidir. Türkçe çeviriler tarih boyunca yapılmakta devam edildi.
Erken Osmanlı döneminde Türkçe besmele “Başladum adıyla Tanrı ta’alanun ki rızk vericidür ve rahmet edicidür” biçiminde söyleniyordu. Yıldırım Bayezid döneminde Fatiha suresinin çevirisi ise şöyle yapılmıştı:

“Şükr cemi âlemleri yaratan Tanrı’ya ki rızk vericidür rahmet edicidür. Din gününün padişahı sanga taparuz ve dahi sanga sığınıruz. Göster bize hidayet tevfikiyle doğru yolı...”

Besmele ve Fatiha suresinin çevirisinden anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde “Tanrı” sözcüğü ile Müslüman Türklerin hiçbir sıkıntısı yoktu. Tanrı sözcüğü, bilindiği gibi Hun ve Göktürk dönemlerinden kalma çok eski Türkçe bir addır. Türkler İslam’a geçtiklerinde bu adı terk etmemiş; gerek Orta Asyalı Ahmet Yesevi, gerekse Anadolulu Yunus Emre, “Tanrı” sözcüğünü içtenlikle kullanmışlardı.
Bütün Anadolu beylikleri ve Osmanlı zamanında, Türk dilini kullanan insanlar Kur’an’ın ve İslam’ın ne dediğini türkçe olarak biliyorlar ve inandıkları dini kendi dillerinde ve terimleriyle “anlayarak” yaşıyorlardı. (Sergen Çirkin’in “Türkçe Kuran’ın 1000 yıllık öyküsü”nden).

Alevi olarak Kur’an’ı dünyevi yaşamı sonsuza kadar tanzim eden bir kanun ve nizam kitabı olarak değerlendirmiyoruz. Kur’an, ayetlerin bazılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek tarihselliği kabul etmektedir (Tefsirde buna “nesh” yani kaldırmak denir). Üstelik Aleviler Kur’an’ı bir dogma şeklinde görme yanlışına düşmemişlerdir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlaki ve kimi inançsal esaslar, evrensel ve zaman üstü olmakla birlikte hukuksal ve sosyal alanlardaki ayetlerin indiği dönemde geçerli olduğunu, sonraki zamanlarda yeni koşullarla birlikte yeni hükümlere ulaşılması gerektiğini ve bunun da ancak akılla yapılabileceğini ısrarla savunmuşlardır. Özellikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, cariye hukuku vb. konulardaki ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır.

Kutsal metin olarak Kur'an, Alevi anlayışa göre dış (zahiri) anlamının yanısıra, bir de gizli (batıni) bir iç anlama sahip olup bu Allah’ın Resulü Hz. Muhammed ve Velisi olan imam Ali’ye ve sonra diğer İmamlara (12 İmama) açıklanmıştır.

Kur’an’ın batınî/içsel anlamlarının olduğu savı Kur’an kaynaklıdır. Nitekim Al-i İmran Suresinde 7.ci ayette (Diyanet 2011 meali) şöyle denilmektedir:

7. O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir (anlamı açıktır), onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir (içsel anlamı olandır). ... Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.

İçsel anlamı olan âyetler, mânâsını ve hakikatini sadece Allah’ın bildiği âyetlerdir. İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın, bu âyetleri bütün yönleriyle anlaması mümkün değildir. İmam Ali ve diğer imamlarla velâyet sahipleri bize bu ayetlerdeki perdelerin kalkmasını sağlar ve sırları anlatabilirler. Bu ve bunun gibi pek çok ayet Alevilerin savlarının dayanağıdır. Bu yaklaşımda “tefsir”değil “tevil” önemlidir. Tefsir Kur’an’ın biçimine bağlı kalınarak açıklanması,yorumlanmasıdır. Yani ayet cümlelerinin sözel yönünün açılmasıdır: özüyle, iç yönlüyle bir bağlantısı yoktur. Tevil ise ayetleri sözel dış görünüşlerinden kurtarararak mânasını anlamaya, özüne gitmektir. Bir benzetme yaparsak badem ağacında görüp topladığımız meyvesini, sert ve yenmez kısmı olan kabuğunu bir aletle kırıp açınca, meyveyi topladığımızda dıştan görünmeyen, kabuğun içinde saklı badem bizim zevkle yiyeceğimiz ve bizi doyuracak meyvenin ta kendisidir. Bâtın da mümini doyuran anlamdır. Kur’an’ın bâtın yorumuna ulaşmakta ancak bir rehber yardımıyla olur; bu rehberde İmamdır ve İmamlar, bu nedenle, Kâmil İnsan olarak “Konuşan Kur’an” (Kur’an-ı Natık)dır. Alevilik, Kur’an’ın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta İmam Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedilebileceğini savunur.
Kur'an'ın el-Kehf (Mağara) suresi 62.ci den 80ninci ayete kadar olan kısımda zahir ile bâtın değişik bir şekilde izah ediliyor. Burada genellikle kabul edilen tevsire göre Musa, Allah’a, kendisinden daha bilgili birinden bilmediklerini öğrenmek istediğini söyler. Allah'ta sevgili kulu ile iki denizin birleştiği yerdeki (Mecme'u'l-Bahreyn)de âb-ı Hayat (ölümsuz yaşam veren Hayat suyu) çeşmesinde buluşmasını söyler. Bir görüşe göre sözü edilen denizlerden biri Zahir alemi diğeri de Bâtın alemidir. Musa’da bilmediklerini öğrenmek için genç bir yakını ile seyahate çıkar. Yanlarına yolda yemek için cansız (tuzlanmış) balık alırlar. Bu balığı bir çesme suyuyla yıkayınca Allah'ın kudreti ile canlanır ve denize sıçrayıp gider. Bu Allah’ın sevdiği kuluyla burada buluşacaklarının işarettidir. Âyette söz konusu edilen kul, çoğunluğun görüşüne göre Hızır’dır. Fakat Kur’an, bu “kul”un kim olduğundan söz etmemiştir. Hızır, Musa’ya bu seyahat sonuna kadar gördükleri hakkında soru sormamayı şart koşar. Fakat Musa verdiği sözü tutamaz ve her gördüğü olaya tepki gösterir. Sonunda Hızır’da ihtarlarına rağmen sözünde duramayan Musa ile seyahatı yarıda keser. Musa'ya gördüğü ve tepki gösterdiği üç olayın dış görünüş perdeleri kaldırarak tamamen farklı olan gerçek manalarını anlatır.
Alevi olarak, Kur’an’ın batıni/içsel anlamlarına uymayı ilke edinmiş ve zahiri anlamlara boğulan ve dini dar kalıplara hapsedip her türlü gelişmenin önüne engel olarak koyan kimi bağnaz din bilginlerine yüzyıllar boyu karşı çıkmışızdır. Bilindiği gibi bu karşı çıkışlarının bedelini de çok ağır bir biçimde ödemişizdir ve hala da ödemeye devam etmekteyiz. Hallac–ı Mansur’un asılarak idamı, Seyyid Nesimi’nin derisinin yüzülmesi gibi olaylar bunlardan sadece iki misaldir.

3- İslam’da ayrışımlar

İslam tarihinde ilk ihtilaf imamet konusunda çıkmıştır. Ondan sonra, özellikle Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylar ve bunlara karşı alınan önlemler yeni bir dönem başlatmış ve siyasi anlamda ilk zümreleşme sürecine girilmiştir. Bu zümre mensupları ana kitleden farklı olarak düşündükleri konularda yeni ve farklı fikirler ileri sürme zorunluğu duymuşlardır.
Sünni İslamın en önemli itikât mezhebi Eş’ariyyeye adını veren Ebû’l Hasen el- Eş’arî ‘nin (873-ölümü 936) «Makâlâtü’l-İslamiyyîn» ve «İhtilafu’l-Musallîn» adlı mezhepler ve farklılıkları üzerine bilinen en eski kitaplarında (“İlk Dönem İslam Mezhepleri” Kabalcı yayınları) yazdığına göre Müslümanlar on sınıfa ayrılmışlar: Şia, Havâriç, Mürcie, Mutezile, Cehmiyye, Dirâriyye, Hüseyiniyye, Bekriyye, Âmme, Ashab-ı Hadis ve Abdullah b. Küllâb el-Kattân taraftaları olan Küllabiyye.

İslamı temelde ikiye bölen Ana Teolojik ayrılık vahiy ve Kur’an yaklaşımıdır.

a- Allawi/Alevi (geniş anlamıyla yani Ali taraftarı) veya Şia’t-u Ali kısaca Şia:

Bu Bâtınî İslam yorumda Vahiy Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona ermedi. Allah’ın üç ilahi makamı vardır: nübüvvet, risalet, imamet. Bu görev alanlarını (makamları) birer cümle ile şöyle özetleyebiliriz: Nübüvvet: Peygamberin, Allah’tan aracısız ya da Cebrail aracılığıyla ilahi vahiy alması.
Risalet: Peygamberin Allah’tan alınan vahiyi koruyup insanlara tebliğ etmesi. İmamet: Allah’tan alınan vahiyi yorumlamak, insanlara öğretmek, yaşama geçirmek ve dünyaya hâkim kılmak.
Hz. Muhammed, nübüvvet ve risalet makamının yanı sıra, imamet makamına da sahiptir. Kuran’da, Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmeyeceğini ve vahiy gelmesinin de mümkün olamayacağını açıklamıştır. Ancak gelen vahiylerin tebliği, yorumlanması ve ilahi hükümlerin dünyada yaşama geçirilmesi işleminin henüz tamamlanmadığını, bu durumda Peygamber’in imamet ve velayetinin devamının zorunluluğuna dikkat çekerler. Allah’ın hükümleri henüz dünyaya hâkim kılınmadığı sürece bu görevleri icra edecek bir imama ihtiyaç olduğu ortadadır.

İmamın gerekliliğini zorunlu kılan nedenlerden biri de Kuran’ın zahir ve batın olmak üzere iki yönünün varlığıdır. Zahirde sadece İslamın hükümleri ve ibadet konuları insanlara anlatılır. Ancak batın yönünü, yani özünü yorumlayacak, velayeti ve itaati belirten ayetleri tefsir edecek ilahi ilim sahibi biri gereklidir ki, bunu da ancak ilahi irade sahibinin imamet ve velayet makamına tayin ettiği imam yapabilir (bak Diyanetin Kur'ân-ı Kerim ve Meali 2011: 18ci Kehf sûresi ayet 65-82 ). Bâtınilik temeli üzerinde, vahdet-i vücut/vahdet-i mevcut ve ruh göçü felsefesi bütünleşti. Hoşgörü temeline dayalı, esnek ve yaratıcı bir dervişlik anlayışını geliştirerek merkezi yönetimle, otoriteyle çelişkisi olan tüm toplum insanlarını kucaklayan bir dünya görüşü yarattı.

Teolojik (dinbilimi) tartışmalardan en önemlisi olan imametten sonra da özellikle kelâmın sürekli iki sorunu olan sıfatlarının çokluğuna karşılık Allah’ın tekliği/birliği (Tevhid) ve insanın özgür iradesine karşılık Allah’ın insanın “Kader”ini önceden belirlemesi konularıdır.

4-Allah’ın tekliği/birliği (Tevhid)

Tevhid denilince akla hemen “lâ ilâhe illâllah” (Allahtan başka ilah yoktuk) kelamı gelir. Tevhid, Allah’ın tek olduğuna ve ondan başka hiç bir yaratanın olmadığına inanmaktır. Allah anlayışının temeli Kur’an’dır:

- O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir (Hadid. 3).

- Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. (Bakara. 115).

- Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. (Hadid. 4).

- ... biz, ona şah damarından daha yakınız. (Kaf. 16).
(Diyanet 2011 mealinden)

Aleviliğin Allah anlayışı Yaradanın ve Yaratılan‘ın ayrılmaz bütünlüğünden (Varlık Birliği/Vahdet-i Vücut) ve parlayan Tanrısal ışığın (Nur-u İlahi) bütün varlıklarda var olduğu ve yaşamı doldurduğu inançı üzerine kurulmuştur. “Hak” yaradılışın gerçeği, Yaradanın bilgisi ve hakkıdır.
Aleviliğin Tasavvuf yaklaşımında Allah anlayışının temeli tevhid konusunda yukarıda verilen misallerde görüldüğü gibi Kur’an’dır. Bu ayetlerin anlamı “Allah’ın, her şeyin yönünün kendisine göre tayin edildiği, Hak olarak tanımlanan, yaradılışta aranıp bulunan ve böylelikle Allah’ın vahyi olarak geçerli olan yaratılanlar ile kendisinin bilinmesini sağlayan Yaradan” olduğudur.
Aleviliğin tasavvuf anlayışı, “...Tanrı-doğa/evren-insan ilişkisini, Tanrı’dan çıkıp yeniden Tanrı’ya dönen bir çevirim üzerinden açıklar. Tanrı’nın kendi özünden fışkıran, taşan ışığın dönüşümler geçirerek ve bu yolla kendi kendine yabancılaşarak evrende, gözle görülebilir biçimler aldığını savunur.
Tanrı, madde ve eşyanın; hareketin, hareket soyutlaması olarak zamanın var olmasından önceki mutlak yokluk/hiçlik durumunda, kendi kendisinin Tanrısı iken, insanlar için düşünülmesi/algılanması güç bir öze sahipti. Mutlak yoklukta/hiçlikte, yokluğu/hiçliği tartışmak anlamsız olduğuna göre, bu aşamada bir “Tanrı” varlığından söz etmek Alevi felsefesi açısından üretici değildir. Çünkü Tanrı bu konumda, kendi kendisinin bilincinde; kendi içindeki sonsuz olanakların, yeteneklerin ve güçlerin ayrımında değildir.
Çevrimin hareket ettirici ilkesi olan “güzelliğin görülmeye eğilimi” sonucu Tanrı, sonu olmayan bir yokluğun/hiçliğin içinde kendine bakacak göz ve vecde gelecek bir gönül istedi; işte ışıksal taşma bu gereklilikle başladı. Bu gerekliliğin belirlenmesi ile mutlak yokluk/hiçlik, olanaklı yokluk/hiçlik durumuna dönüştü. Tanrı kendi kendisiyle ilk kez yabancılaştı; kendi bilincine ilk kez vardı; evrenin, bütün ruhsal ve maddesel şeylerin yaratılması için gerekli kaynağı içinde taşıdığının ayırdına ilk kez ulaştı. Kişilik kazandı; önce Tanrı iken şimdi Hak, Hakikat, Gerçek, Aşk oldu.
Daha sonra ilk yabancılaşma kademesi olan Hakk’tan; Tanrı’nın ilk belirme aşaması olarak ve tüm diğer şeylerin onun aracılığıyla yaratıldığı kabul edilen ilk akıl (akl-ı evvel) yaratıldı ve böylece çevirimin, kutsal kökenden (âlem-i gayb) duyularla algılanabilir/bilgiyle ulaşılabilen dünyaya (âlem-i şühut) inen alçalan eğrisinin (kavs-i nüzul) hareketi başlamış oldu. Ardından sırayla ve her adımda Tanrı’dan uzaklaşacak biçimde ; akl-ı evvel’e verilen bilgilerin belirme aşaması olarak algılanan meleklerin, peygamberlerin, ermişlerin, inanaların, inanmayanların, cinlerin/şeytanların, hayvanların, bitkilerin ve doğal elementlerin aklı; bu dokuz akıldan kaynaklanan ruhları yaratıldı.
Tanrı Hak olup potansiyel kazandıktan sonra dönüşümler geçirerek, kendisinden daha az şeyler içeren/daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alıp doğal elemente/saf cevhere değin indi. Böylece inançta varoluş çemberi olarak algılanan çevrimin, kutsal kökenden çıkıp görünür evrene doğru inen alçalan eğirisi’nin hareketi tamamlanmış oldu.”
(Alevilik-Bektaşilik Terimleri sözlüğü “Hak” maddesinden)
Alevilik-Bektaşilik felsefesinin varoluş çemberinin bu ilk yarısı, tümüyle bir inanç ürünüdür. “Tanrı-Evren/Doğa-İnsan” üçlemesi de “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesi de Tanrı’dan başlayıp insanla son buluyor gibi görünse de gerçekte insandan başlayıp Tanrı’da son bulur. Bir “Yol eri” Tanrı yolunda olgunluğa ulaşınca onun için “bütün gizlilikler açılır, gerçekleri örten perdeler kalkar, gerçeklerin gerçeği yüce varlıkla, Tanrı’yla karşı karşıya gelme (Hak ül- yakîn)” olanağına kavuşur. Tanrı’nın yüzü, insanın kendi yüzüdür;çünkü insanda tecelli eden Tanrı’dır. Kişi kendi özünde Tanrı’yı bulduğu anda onunla birlik içinde olduğunu kavrar. Hakk ile Hak olur.
Bu nedenle Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” özdeğişiyle (Ben Allah’ın suretiyim anlamında olan: “Ben Hakikat'ım” yani “Ben evrende yegane Gerçek olan Allah'ım) Alevi yaradılış görüşünü yansıtır. (ek olarak ilerideki Tasavvuf ve Alevilikte insan maddelerine bak)
Aleviler kalplerini, gönüllerini dolduran, insanlaşan, kendilerinden olan biri olan Tanrı’yı Allah-Muhammdet-Ali üçlemesiyle BİR’leyip nurlandırarak, erenler-evliyalarda varlık alanına çıkarıp insallaştırırlar. Olgunluk ve Kemâl mertebeleri bakımından Allah’a çok yakın olan ve Hz. Muhammet’le Hz. Ali’yi birlikte anmanın gerekliliğini vurgulayıp, ayrı ayrı görülmesi durumında Hakikat’in gerçek anlamına ulaşılmayacağını ifade ederler.

5-Kader ve İnsan İradesi

Kader Allah’ın, olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir. Yüce Allah’ın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün şeylerin yerini ve zamanını, özelliğini ve niteliğini sonsuz ilmiyle bilip takdir etmesi ve bununla birlikte sınırlaması anlamına gelmektedir.
59. Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.
(En’âm suresi 59. Diyanet 2011 meali)
Özetle insan sınırlı olmak kaydıyla eylemlerinde hürdür ve irade sahibidir. Bu zorunluluk ölçülü bir zorunluluktur. Yüce Rabbin, bizim yapacaklarımızı bilerek yazması, bizi o şeyleri yapmaya zorlamaz.
Buna karşı Alevi görüş ise kişinin kendi kaderini yarattığını -insan kendi fiillerinin yaratıcısıdır- iddia eder. Yüce Allah’ın geleceği bilmesi de kişiyi o geleceğe mahkûm kılmaz. Allah mümkün iradesiyle her şeyi bilir ama özgür iradeli insanları o ortama koyar. Her insan kendi iradesiyle seçim yapma imkanına sahiptir.
6-Velayet

Alevilikte dinin temel koşullarından biri velayet inancıdır. Sünni inançla arasındaki önemli bir farktır. Tanrı’nın kendisine dost kıldığı ve verdiği ilhamla yaratıcı varlığına kattığı velilik ve ermişlik aşaması olan velâyet makamıdır:
257. Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Kur’an 2 Bakara suresi 257 Diyanet Meali 2011)
Kişinin varacağı son aşama veliliktir. Velayet bir erdem noktasıdır. Veliler yalnız Allah rızasını gözeterek insanlığın kurtuluşuna hizmet ederler. Karşılıksız verdikleri hizmetlerle âleme düzen verirler. Bu inançın ifadesi de:
“Lâ İlâhe İllâllâh, Muhammedün Resulullah, Aliyyün Veliyullah”dir.
Velayetin inkarı Aleviliği inkarı etmektir. Alevilikte kişinin varacağı son aşama velayettir. Velilik makamı, Hakikat Kapısı’dır; Hakk’ın derin ilmi, manevi sırr ve hikmetleridir. Hakikat kapısı’nın sahibi ise, Şahı Merdan Ali’dir. Dolayısiyle Allah’ın derin ilmine, manevi sırr ve hikmetlerine ulaşmış yegane Kamil-i Insan, Şahı Merdan Ali’dir. Çünkü Allah bütün insanların içine zati sevgisini koymuştur. Tohum meyvenin içindedir. İnsanın içindeki ilahi tohum da velayettir. Velayet bir erdem noktasıdır. Yalnız Allah rızasını gözeterek insanlığın kurtuluşuna hizmet eder. Onların hizmeti karşılıksızdır, hiç karşılık beklemezler.
Tabii bu Ana Temel ayrışmalardan başka onlarca konuda farklar oluşmuştur.

Alevi/Şia yolunda farklılaşmalar
Dinbilimi farkları sünni kesimde olduğu gibi Alevi/Şii kesimde de soyut tartışmaların ötesinde somut bir dizi ayrışımları getirdi. Üstelik bu “meşrep” farklarıyla oluşan akımlar daha sonra Şia’t-ü Ali veya kısaca Şii diyeceğimiz Alevilik, Arap, İran, Irak, Suriye gibi değişik yörelerde, Türk, Kürt... gibi değişik toplumlar tarafından benimsenmiş ve o toplumların kültürünün bir parçası olmuş, örf ve adetleriyle günlük yaşamında kaynaşmış, kendine özgü kavramlarla yorumlanmış, Tarihin akışı içinde de kendine özgü değişimler yaşamış ve o toplulukların kimliğini oluşturmuştur. Sadece irili ufaklı insan toplulukları tarafından kendi kültürleri içine benimsenmemiş aynı zamanda bazı devletlerin resmi dini olmuştur. Mesela Orta Doğu coğrafyasında Alevilik Fatimî, Karmatî, Büveyyid, Memluk gibi Devletlerin dinî inançı oldu.

Halkların sosyal ve inançsal mücadele bileşkesinde ilk buluşan, Ehlibeyt-Ali soyundan 4. İmam Zeynelabidin'in oğullarından Zeyd bin Ali ve onun oğlu Yahya ile torunları olmuştur. Gençliğinde ilk olarak babası Zeynelâbidîn'den fıkıh ve hadis dersleri aldı. Onun ölümünden sonra abisi İmam Muhammed el-Bakır'ın derslerine devam etti. Bir fıkıh bilgini olan İmam Zeyd’in fıkıh anlayışı ve felsefesini geliştirdiği Zeydilik akımı birçok bakımdan Mutezile'nin ortaya attığı ilkelere (örneğin Kuran'ın yaratılmış, yani yazılmış olduğu düşüncesine) dayanır. Bunun yanında Zeyd, ilk iki halifeyi kabul etmekle birlikte, Ali'nin onlardan her bakımdan üstünlüğüne toz kondurmamıştır. Bu yaklaşımıda taraftarları arasında ayrışmaya sebep oldu. (bkz. Al-Shahrastani, Kitab al-Milal, çev. Jean-Claude Vadet, Les Dissidences de l'Islam, (İslam'da aykırı-isyancı düşünce ve hareketler), Paris, 1984, s.270-278). İyi bir örgütcü olduğu anlaşılan Zeyd taraftarlarına “Kuran ve Muhammed'in buyrukları aynen uygulanacak, önce ezilmekte olan zayıflar korumaya alınacak ve adil olmayan iktidar sahipleri savaşılarak alaşağı edilecek” vaadlerinde bulunuyordu. 740 ocak ayında hapse atılan Küfelileri kurtarmak için çıkardığı isyanda katledildi. Yahya (ö.743) Kûfe'den Belh'e, Orta Asya'ya ulaşan çok geniş bir alanda, Emevilere karşı, çoğunlukla Arap olmayan halklarla birlikte mücadele verdi. Ehlibeyt inancı çerçevesinde İslamiyeti kabullenmiş ve eski dinlerindeki bir dizi ögeyi de taşıyarak Alici olmuş Tabaristan ve Horasan'daki Pers ve Türk topluluklarının büyük bir kısmını, Yahya ile birlikte, yayılmacı ve baskıcı Emevilere karşı mücadelenin içinde görüyoruz. Yahya babasının ölümünden sonra Ehl-i Beyt’in ilk defa kurduğu bu Zeydiyye meşrebini başarılı bir şekilde yaydı. (bak. Julius Welhausen, İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara, 1989).

Sünni Eşariyye itikatına ismini veren Ebû’l Hasen el- Eş’arî’nin (d.873- ö.935) “Makâlâtü’l- İslâmiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn” de (İlk dönem İslam Mezhepleri; Kabalcı 2005) yazdığına göre Şia’daki üç sınıf şunlardır:

1- Gâliye (Ali’yi Tanrısallaştıran Aşırılıkçılar) :15 “fırka” (grup)

2-İmamiyye veya Râfıza (terk edenler, ayrılanlar): yani Hz.Ebübekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenler. İmamet ancak nass ile tayin ve tevkif yoluyla olur. İmamet akrabalığı gerektirir. 24 fırka. 3- Zeydiyye (Ilımlı Şia kolu) 6 fırka

Ayrıca Peygamberin ailesinden Yezid'e isyan edenler bir grup.

Bugün ise Şia’t-ü Ali deki inanç ayrımlarından bazıları şunlardır:

a- Şia-i İmamiye : Caferilik veya Oniki imamcılık da denilen, 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın kurduğu, imamlara inanma ve imam sevgisine dayanan Şiiliğin çoğunluk mezhebi. Kuran’ın yaratılmış olduğunu öne sürmesiyle Ehli Sünnetten ayrılır. Bugün İran ve Irakta yaygındır. Hindistan ve Pakistan’da da Caferiye vardır. Kısmende Anadolu’da.

b- İsmailiyye : 6cı İmam Cafer-üs Sadık’ın erken ölen oğlu İsmail’in öğretisi yolunda giderler. Şekilci din ölecek ve Gerçek din (Din-î Hak) onun yerine yeniden doğacak. Başka deyişle Bâtına (gizli olan «Sır»ra) ulaşmak için onu saklayan, görünmesine mani olan Zahir’in (diş görüntünün) bir kabuk gibi kırılması ve yok olması gerekir. Bugün değişik kollarıyla Orta Doğu, Hindistan ve Pakistan’da İsmailiyye tarikatları mensupları vardır.

c- Alamut radikal İsmailiyyesi: İmam’a Peygamberden daha fazla öncelik tanırlar. Her İmam bütün bağlantılara isyan edip baş kaldırıyor ve Hakk’la Bir olup zamanının «Sırrının sırrını» görüyor. Çok az da olsa Afganistan ve İran'da halen yaşatılıyor.

d- Arap Aleviliği (Nusayrilik): 9uncu yüzyılda Muhammet bin Nusayr tarafından kuruldu ve sonra Hüseyin bin Hamdan tarafından geliştirildi. Günümüzde Türkiye, Suriye, Filistin ve Güney Anadolu’da varlığını sürdürür. Temel inançı Hz. Ali’nin Tanrısallığıdır.

e- Melametiyye: (Kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda, Hakk yolunda yürüme) : 9cu yüzyılda Horasan’da çıkan Melamatilik kısaca en sade ifadeyle bir Nefs terbiyesinin adıdır. Toplumsal yaşamda her türlü gösteriden, böbürlenmeden ve güç isteminden kaçmayı önerir. Türkiye dahil Orta Doğuda halen bulunmaktadır.

f- Zeydiye: İmam Bâkır'ın kardeşi Zeyd b. Ali'in taraftarları onun yerine 5ci imam olarak kabul ediliyordu. Bugün Yemen'deler;

g- Allavi: Alevilere çok yakın. Suriye'de halkın %10 teşkil ediyorlar. Lübnan'da da bulunuyorlar.

h- Dürzi: Fatımi halifesi Al-Hakim'den etkilenmiş Muhammet al-Darazi'nin geliştirdiği yol. Lübnan'da halkın % 8'i, Suriye'de ise %4'ü

i- Alevi : Anadolu’da Alevilerin tarihsel, dinsel ve kültürel iki kaynağından biri Maveraünnehir’den gelip Horasan, Gilan ve Deylem’den geçerek gelen Oğuz Türkleri diğeri ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu dahil Orta doğuda geniş alanda yerleşik kürt aşiretleridir.

j- Bektaşi: Anadolu Aleviliğininde 1239-40 Babaî isyanından sonra muhtemelen Bektaşlu oymağının başı ve dini önderiliğini alan Hacı Bektaş Veli, 13. yüzyılda önemli bir Veli kişiliğiyle öne çıktı. Anadolu’da etkili olan Yesevilik, Kalenderilik, Haydarilik, Ahilik ve Babailik gibi akımlarından beslendi ve Hacı Bektaş’ın 1275 te Hakk’a yürümesinden sonra Alevi boy ve aşiretleri ve Ahiler arasında Kadıncık Ana ve Abdal Musa tarafından yayılmaya başlasa da yavaş yavaş bir tarikat şeklini aldı. 1501 de Balım Sultanın yeniden yapılandırmasıyla Osmanlı devrinde önemli rol oynamıştır. 1826’da Bektaşi tekkeleri Yeniçeri Ocağı’dan hemen sonra kapatıldı. Ama daha sonra açılarak günümüzde hala Türkiye ve Arnavutluğa kadar Balkanlarda canlılığını mühafaza etti.

Ayrıca İslamın ilk yüzyıllarına baktığımızda Buveyhiler, Karmatiler, Hamdaniler Aleviliğin/Şiiliğin kurumsallaştığı dönemdeki önemli devletlerini kurudular. Buveyhiler, Bağdat’taki Şia’nın İmamiye koluna destek verdiler. Fatımiler Kuzey Afrika’dan Horasan, Afganistan ve Maveraünnehir’e kadar ulaşan İsmaillilerin destekçileriydi.

İsmâilî akımının ve 9uncu asırdan itibaren Horasan’da gelişen kuru zühde (asetizm) önem vermeyen ama cezbeci (ekstatik) tasavvuf mektebi Melametilikten esinlenerek gelişen Kalenderîlik, Yesevîlik, Haydarîlik ve hatta Vefaîlik tarikatlarının (Allah’a ulaşmak arzusuyla tutulan yolun) etkisiyle gelişti. Bu etkide tarikat dervişlerinin arapca değil de türkçe konuşmaları büyük rol oynadı.

a- Kalenderîler: 10.cu yüzyıldan beri Horasan Melâmetîliğinden kaynaklanan büyük Sufî akım. Sonradan Cemaleddîn-i Sâvi tarafından yapılandırıldı. Şehirlerde toplumsal kuralları, Sünni İslamî kaideleri göze almayan tavırları yüzünden iyi karşılanmayan Kalenderiler Türkmenler arasında çok yaygındı;

b- Yeseviler: Horasan Melâmetîliğinden ve İsmailiyesinden türeyen bir Türk tarikatı. Hâce Ahmed-i Yesevî (öl.1167) tarafından kuruldu. Konar-göçer Türk boylarının sosyo-kültürel yapısına uyarlanmış ve eski Türk inanç ve gelenekleriyle karışmış sade, basit ve pratik yapılı bir tarikat. Baba, Dede veya Ata unvanlı dervişler İslamî inançları sathî ve basit bir biçimde yorumlayarak müritlerine sunuyorlardı. Vahdet-i Vücut felsefesinin derin ve karışık fikirleriyle ilgisi olmamış, sade ve içten bir tasavvuf haline gelmiştir. Kuş donuna girmek, taşları ve kayaları harekete geçirmek, ejderha öldürmek gibi inanç motiflerini Orta Asya’dan Anadolu’ya taşıdılar.

c- Haydarîler: 13.cü yüzyılda Anadolu’da en faal tarikat. Yeseviliğin Kalenderilikle karışımı. Kurucusu Kutbettin Haydar (öl. 1221). Mühtemelen hem Kalenderilere hem de Yesevilere yakın olduğu için zamanın tarihçileri fazla bilgi vermiyor. Ama 15ci asırda bütün Orta Doğuda yaygın;

d- Vefailer: Tâcu’l Arifîn Seyyid Ebü’l-Vefanın tarikatı. 1240 Babaî İsyanında çok önemli etkileri oldu. İlk Osmanlı Beyleri Otman ve Orhan Beyler de Vefaî şeyhi Edebalinin müritleri olduğu söylenir.

b- Sünni (ortodoks) İslam (Ehl-i Sünnet):
Vahiy (Bir düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından Peygamber’e ilham edilmesi) Hz. Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona erdi. Şeriat kurallarına yeni yorum getirmekten, tapınma biçimlerine, dinsel görevlere özel bir düzen vermekten öteye bir değişiklik getirilemez.

1- Fıkıh (amelî; şerîatın usul ve hükümleri) mezhepleri: Muhammed zamanında 632 de Hakka yürümesine kadar İslamda, bugünkü anlamda, şeriat yoktu ama arap örf ve adetleri hakimdi. Gayet tabii Kur’an’daki nadir ve basit kaidelere de geçerliydi. Tereddüt halinde Muhahammed’e ne yapılması gerektiği sorulurdu. Şeriat kaideleri üç asır boyunca tartışmalarla geliştirildi. Kur’an dışında peygamberimizin yaşantısını (Sunna) temel alan doğruluğu tartışmalı hadisler şeriatın bel kemiği oldu. Benzetme ile alınan kararlar veya topluluğun uzlaşmaya vardığı (ijmâ) kararlarda şeriatın yapılanmasında etkili oldu. İslam hukuku üzerine çok değişik görüşlerin ortaya çıkmasından sonra 9ci asırda aşağıdaki dört mezhebin kalmasına karar verildi:

a-Hanefî (Sünni Türklerin çoğunlukla benimsediği fıkıh mezhebi). İran kökenli Abu Hanife al-Numan ibn Tabit'in (699-767) belirlediği yol. Benzetme ile alınan kararlara önem verdiler. Herşeyden önce insanî değerleri ve zayıf olanların korunmasını öne çıkaran görüş. Bugün sunni müslümanların %50sinin seçimi.

b-Malikî. Malik ibn Anas al-Asbahi'nin (713-795) kişisel görüşle toplumsal fayda arasında denge kuran bir yorum. Hadislerin harfine olduğu kadar yerel değerlere de önem verir. Magrep ve İspanya’da Endülüs bölgesinde yaygındı.

c-Şafiî. Muhammet ibn İdris al- Şafi'nin (767-820) bazı islam hukuki kaidelerini zamanının olaylarına uyumlayan bir görüş. Hadislerin üstünlüğünü sağladı ve benzetme düşüncesini de açık kurallara bağladı.Türkiye’de Kürtlerin çoğunluğunun mezhebi. Mısır ve Hint Okyanusu sahillerinde yaygın.

d-Hanbelî. Ahmet ibn Hanbal'in (780-855) şeriatın Kur’an’ın harfine uygun çok katı bir şekilde tatbik edilmesi görüşünü savunuyor. İnsan düşüncesini ve benzetme yolunu red eden yol. Bütün yeniliklere karşı.

2- İtikatî (İnanç) mezhepleri: Kelâm ve Tevhîd farklılıklarında en önemlileri de şunlardır:

a- Ashab-ı Hadis'ın devamı bugünkü Vahabi ve Selefi: Kur’an-ı Kerîm ne söylemişse, akıl ve görüşü arka plana alarak, öylece kabul ederler (Bugün «Müslüman Kardeşler»in ve Suudî Arabistanlı Vahabilerin yolu).

b-Mutazalliye: Selefilerin tam aksine, Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasında kişilerin sorumluluğuna ve seçim özgülüğüne önem veren yol.

c- Eş’ariyye: Selefiyye ile Mutazalliye Sünni İslamda ki iki uç görüş arasında dengeyi bulan en yaygın orta yol.

d- Mâturiddiyye: Sünni Türkler için çok önemli olan Semerkand’ın Matürid köyünde doğmuş, Hanefi imam, Türk alimi Ebû-Mansur-î Matüridî’nin (öl.944) geliştirdiği Eş’ari muhafazakarlığını tenkit eden ve onlarla Mutazalliyye görüşü arasındaki mezhep.

c- Hariciler

Üçüncü bölünmede Ali’ye Sıffin savaşı sonrası desteklerini vermeyi bırakarak ayrılanlar. Bugün Afrika'nın kuzey taraflarında, Cezayir, Tunus ve Trablus'un bâzı yerlerinde, Doğu Afrika'da, Zengibar'da Maksat ve Oman'da bir miktar mensupları vardır. Asıl merkezleri Zengibar'dır.

Alevi İslamının Anadolu’ya yerleştiği dönemde, onu Sünni İslamdan ayıran, siyasi, sosyal ve teolojik boyutta üç temel özellik vardır:

a-Siyasal boyut: Sünni İslam, Türk tarihinde genellikle devletin, siyasi otoritenin resmi tercihini oluşturmuştur. Oysa Alevi İslam bu siyasi otoriteyle ters düşün sosyal çevrelerin ideolojisini teşkil eder.

b-Sosyal boyut: Sünni İslam’ın çoğunlukla yerleşiklerin dini tercihi olmasına karşılık, Alevi İslam büyük çapta konar-göçerlerin inancıdır.

c-Teolojik boyut: Sünni İslam’ın Kuran ve Sünnet temeline dayalı gelişmiş, sistematik ve yazıya geçmiş olmasına karşın Alevi İslam, sistematik olmayan, mitolojik ve sözlü bir teoloji (dinbilimi) oluşturmuştur. Buna rağmen bir çok yazılı temel bilgileri (Erkânnameleri) vardır.