ALEVİLİKTE TASAVVUF ve AŞK İLE ALLAH’TA YOK OLUŞ

Alevi Tv Yayınları Arşivi 2022
3 Mayıs 2021
KUR’AN: ALLAH’IN SÖZÜ
3 Mayıs 2021

ALEVİLİKTE TASAVVUF ve AŞK İLE ALLAH’TA YOK OLUŞ

İçindekiler
a- Tasavvuf yaklaşımının temeli Kur’an’dır
b- Tasavvufun içeriği: Aşk ile Allah’ta yok oluş
c- Tasavvufu geliştiren düşünürler
d- Orta Asya’dan Anadolu’ya Alevi tasavvufu
e- Alevi İslam inancının tasavvuf temelindeki üç ögesi
f- Alevi Türkler arasında ilk mutasavvuf: Hâce Ahmet Yesevi
g- Anadolu’da XIII- XV ci yüzyıllar arasında mutasavvuflar

Tasavvuf, bireyin, dinin özünü anlama ve yaşanır hâle getirme faaliyetidir. Tasavvuf, dinî kitapların verdiği bilgilerle kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünceyle çözmeye çalışan, Tanrı'nın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan bir felsefe, araştırma duygu ve yaşam akımıdır. Bu nedenle ilm-i hâl ve fıkh-ıbâtın adıyla anılmaktadır.
Alevilikte Tasavvuf, Islam dininin özüne dayanıp, inancı korku ve mükâfat üzerine değil de aşk, muhabbet ve vahdet (birlik) fikri üzerine kurmaktır. Tasavvuf insanı Allah'a ulaştıran, dolayısiyle, kendi özgürlüğüne ve kimliğine kavuşturan yoldur. Büyük mutasavvıf Muhyiddin Arabi Peygamberimizin işaretlerine uyarak : "Tasavvuf, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır" demiş.
a- Tasavvuf yaklaşımının temeli Kur’an’dır

Aleviliğin Tasavvuf yaklaşımının temeli Kur’an’dır:

- O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir (Hadid. 3).

- Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır. (Bakara. 115).

- O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz. (Kasas. 88).

- Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Bütün işler ancak O’na döndürülür. (Hadid. 5).

- Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız. (Kaf. 16).

- Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. (Hadid. 4).

- Allah, şöyle dedi: “Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. İşitirim ve görürüm.” (Tâ Hâ 46).

- (Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfâl. 17).

(Kur’an Meali Diyanet 2011 den alınma)
b- Tasavvufun içeriği: Aşk ile Allah’ta yok oluş

Tasavvuf felsefesine göre, evren tek varlıktır. Bu tek varlık da Tanrı'dır. Buna "Vücud-ı mutlak" (mutlak varlık) da denir ve "Tanrı'dan başka varlık yoktur". Aleviliğin “ Sudur” ( Meydana çıkma, oluşma) öğretisine göre, Allah, önce kâinatın tüm bilgi ve sırlarını içerisinde saklayan bir çekirdek idi. Görünme öncesi "söz" (kelâm) vardır. "Ol" emri verilip tecellî (var görünme) olmadan önce bütün varlıklar gerçekte yok, ama Tanrı'ya göre vardı. Bunlar, Tanrı'nın sonsuz bilgisinde bilinmekte idiler .O, görünmez alandan, görünür alana çıkmayı diledi. Tanrı'nın "ol" ( kün ) emriyle çekirdek çatladı, nur halinde bir ışık oldu. Bu ışık, bölünerek, zerre zerre sonsuzluğa yayıldı ve bu zerreler, Tanrı’nın öz cevherinden meydana gelen ruhlar oldu. Sonsuzluğa yayılan bu zerreler, kalp gibi çarpan, ışıl ışıl parlayan evreni meydana getirdiler. Bu defa o yüce yaratan, kendi güzelliğine, yüceliğine, sonsuzluğuna ve büyüklüğüne, yani O’nun tüm vasıflarına hayran olsunlar diye, bu ruhlara kendi öz cevherinden emanet olarak sıfatlar vererek, onları farka getirdi. Yani görünmez alandan, görünür alana çıkardı ve böylece insanoğlu ve tüm varlıklar yaratılmış oldu. Dolayısı ile kendisi de farka gelmiş oldu, yani görünmez alandan, görünür alana çıktı.

O, yüce yaratan farka gelen bu zerrelere, “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. O vakit tüm ruhlar, “evet sen bizim Rabbimizsin, yani yaratıcımızsın” dediler. Böylece Allah’la ruhlar arasında bir “ikrar”, yani sözleşme yapıldı.

İşte, kâinatı kaplayan bizler ve görünür görünmez tüm yaratıklar da dahil, hep bu nesnel evrenin ufaltılmış, toz haline getirilmiş zerre atomlarından başka bir şey değiliz, yani aslında biz oyuz. O ise tüm bu nesnelerin yaratıcısı değil, ta kendisidir.

Tanrı, kendine duyduğu aşkla evreni meydana getirmiştir. Onun için aşk, Tanrı'ya has bir niteliktir. Aşk, Tanrı'nın, sırrıdır, görünen simgesidir. Aşk, Muhabbet ve Sevgi diye vasıflandırılan duygu önce Allah'tan başladı. Onun için Tanrı'ya korku veya fayda umarak değil, sevgiyle, aşkla yaklaşılmalıdır. Tasavvuf düşüncesinin en güçlü, en etkili tarafı budur.
Alevilikte fiziksel dünya, Hakikat’ın yokluktaki bir yansımasıdır, Tanrı’nın varlığı gerçeğini insandan saklayan bir örtüdür. İnsanın içinde, çıktığı kaynakla yeniden birleşme eğilimi vardır. Bu nedenle insan kendi “ben”iyle savaşa girer ve fethetmeye çalışır. Bu fetih ancak “Aşk gücüyle” olanaklıdır. Bu aşk içimizde vardır, çünkü o da Allah’ın kendi yapısının bir parçasıdır:"Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım”. O’nu sevmek ve O’dan başka herşeyden vaz geçmektir. Aşka eren kimse, kendi nefsinden geçmiş ve Allah’tan başka her şeyi bırakmış, “fenâ fillâha” (Allah’ta kayboluşa) ermiştir. Sevenin sevilende kendini yok etmesi, sevenin yok olup yalnızca sevilenin var olması, sevenle sevilenin “bir” olması durumunu sağlayan Aşktır. Yunus Emre’ye “Aşkın aldı benden beni/Bana seni gerek seni” dedirten de, bu İlâhi aşktır. Varlık, güzellik, iyilik; bunlar Tanrı'nın özellikleridir. Yokluk, çirkinlik ve kötülük ise Tanrı'nın özelliğinin bilinmesine yardımcı olan niteliklerdir. Çünkü yokluk olmazsa varlık, çirkinlik olmazsa güzellik kötülük olmazsa iyilik bilinmez. İnsanda bu niteliklerin hepsi vardır. İnsan, kendisindeki yokluğu, çirkinliği, kötülüğü yenmeli kaldırmalıdır. O zaman yalnız varlık, güzellik, iyilik kalacaktır. Bu Tanrı'nın özelliğine varmak, Tanrı'nın varlığına katılmaktır.
Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır. Tasavvuf, insanın kendi nefsini bilmesi, dolayısiyle, Rabb'ını bilmesidir. Nitekim, Peygamberimiz "Nefsini bilen Rabbini bilir" buyurmuştur. Zira, bu ilmin gayesi Allah'a kavuşmaktır. Gerçek mutasavvıf ta, sadece, Allah'tan, Mutlak Varlık'tan söz eden değil, Allah'a, Mutlak Varlığa kavuşandır; kavuşmanın delili de, sadece, "Bilmek" değil, fakat, bilerek "Olmak"tır. Her Alevi’den bu dinî tasavvuf felsefesi (“seyr'ü sülûk”) sayesinde “pişmesi yani toplum hayatıyla geniş bir şekilde kaynaşmış, bir duyuş, düşünüş, inanış sistemini içselleştirmiş ve somut olarak nefsini arındırması, ahlâkını güzelleştirme çabası son safhada olan “ehl-i hâl”den bir sâlik ( sâhib-i hâl, hâl sahibi) hatta eğitim sürecini tamamlamış, olgunlaşmış yani vâsil (sahib-i nefs, nefsin sahibi) olması ve böylece vahdet-i mevcuttan vahdet-i vücut ile bütünleşerek İnsan-ı Kamil mertebesini aşması beklenir. "Vahdet-i Vücut" tek vücut, tek varlık, birlik ve teklik demektir. (Tamamlatıcı bilgi için Ek1 “Alevilikte İnsan” maddesine bak).
Tasavvufî hayata giren insanlar belli başlı dört dereceye ayrılırlar. Bunlar tâlib, mürid, sâlik ve vâsil adını alırlar. Tâlib, tasavvufi yola girmeye istekli olan kimsedir. Mürid, iradesiyle tasavvufa girmeyi seçmiş, iradesini mürşide teslim etmiş tâliptir. Sâlik, tasavvufî eğitim sürecine (seyr'ü sülûk) girmiş, nefsini arındırma, ahlâkını güzelleştirme çabası içindeki müriddir. Vâsil ise, eğitim sürecini tamamlamış, olgunlaşmış sâliktir. Müride sâhib-i vakt (vakit sahibi); sâlike sâhib-i hâl (hâl sahibi, ehl-i hâl); vasıla da sahib-i nefs (nefsin sahibi) denir. Müridi ehl-i hal haline getiren seyrü sülûk, amelleri ve bilgiyi geliştirme ve güzelleştirme çabasıdır. Bu çabanın temelini zâhir (dış) ve bâtının (iç) kötülüklerden arındırılması, iyi hal ve niteliklerin kazanılması oluşturur. Bu çabanın başlıca yöntemleri ise az yemek (kıllet-i taâm), az uyumak (kıllet-i menâm), az konuşmak (kıllet-i kelâm), sürekli zikir (zikr-i müdâm), insanlardan uzaklaşmak (uzlet-i enâm) ve sürekli düşünmektir (tefekkür-i tam).
- Seyr-ü Sülûk

Seyr-ü Sülûk ile Hakikat yolcusunun, manevi olgunluğa ulaşabilmesi için Tanrı’ya yapacağı bu manevi yolculuğu, dört aşamada gerçekleşir:

1. Seyr-i İllallâh (Tanrı’ya yolculuk): Tüm beşeri isteklerden arınarak, Allah’ın iradesine teslim olma.

2. Seyr-i Fillâh (Tanrı’da yolculuk): Tanrısal nitelikleri kazanma, Tanrı’nın iradesine göre hareket etme.

3. Seyr-i Maallâh (Tanrı ile birlikte yolculuk): Bu yolculuk, kesretten vahdete, yani halktan Hakk’a yapılan bir yolculuktur. İkiliğin ortadan kalkması, herşeyin Tanrısal olmasıdır. Buna vahdet-i vücut denir.

4. Seyr-i Anillâh (Tanrı’dan yolculuk): Bu yolculuk ise, vahdetten kesrete, yani Hakk’tan halka yapılan bir yolculuktur. Burada manevi yolcu, Tanrı’dan tekrar halka dönerek, yani topluma ve bireylere hizmet edecektir. Daha doğrusu, ruhlar âleminden, beşeriyet âlemine dönerek, halkı irşat edecektir.

Tasavvuf inancında, insanın nefsini yenmesi yani benliğini öldürerek, mutlak varlığa erişmesine "fenafillâh" katına ulaşmak denir. Bu, insanın kendini yokluk unsurundan kurtararak içindeki Tanrı'yı bulmasıdır. İçindeki Tanrı'yı bulan insan "Enel-Hak" (Ben Tanrı'yım) der. Bu aşamaya varan insanlara tasavvuf düşüncesinde İnsan-ı Kâmil (olgun insan), halk arasında ise "ermiş" denir. Kendini Tanrı'nın varlığına karışmış hisseden "ermiş" insana göre evrende artık ikilik yoktur, her şey "bir" dir. Bu kata ulaşmak, ancak gerçek aşkın son derecesine varıp, nefsinde ve her şeyde yalnız Tanrı'yı görebilecek duruma gelmeyle olabilir ve bu aşamaya yükselebilir.

Tasavvuf felsefesi inancı içinde, büyük İslâm düşünürü Hallâc-ı Mansur "Enel-Hak" (Ben Tann'yım) dediği için Bağdat'ta (922) asılmıştır. Hallâc-ı Mansur'un söylediği "Enel-Hak" (Ben Tanrı'yım) sözü, tasavvuf felsefesine göre, evrende Tanrı'dan başka gerçek varlık yoktur anlamındadır. Bu söz "Ben Tanrı'yım" demek değildir. Hallâc-ı Mansur, kendi geçici varlığının, Tanrı varlığında yok olduğunu duyduğu, yani "fenafillâh" katına ulaştığına inandığı için böyle söylemiştir. Bunun gibi, Azeri şairi Seyyid Nesimî de (XIV.-yy.) Halep'te diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.
c- Tasavvufu geliştiren düşünürler

Tarihi süreç içinde tasavvufu kademe kademe geliştirenler:
1- Hz. Muhammett'te Cüneyt Bağdâdî'ye

Daha Hz. Peygamber devrinden itibaren, başta kendisi olmak üzere yakın çevresi ve bazı Müslümanların hayatlarında zühd (kalpte dünya ve çıkar kaygısı taşımamak) ve takva(Allah’ın ın haram kıldıgı şeylerden uzak durmak) hayatı kendini göstermeye başlamıştır. Hz. Peygamber’in yakın çevresinden sayılan bir grup Müslüman, bu yaşayışın canlı örneğini verdiler. Bu yolda gece gündüz bedenleri yokluk ve fakirlik timsâli, elbiseleri sabır ve tevekkül, gıdaları da aşk ve muhabbet idi. Hz. Muhammed ile yakın arkadaşlarının yaşantısının gittikçe terkedildiğini gören ve bir kısmı eski nesle mensup bulunan bazı kimseler, buna bir tepki olarak kendilerini tamamiyle hayatın içinden çekip zühd ve takvaya adadılar. Bir kısmı da zaten eskiden beri sürdürdükleri bu zühd ve inziva hayatını büsbütün ileri götürdüler. Veysel Karanî de bunların başında geliyordu. O ve daha birçokları Hz. Peygamber’in hayat tarzını takip etmeye çalışıyor ve bu değişime karşı koyuyorlardı. Her birinin kendine göre bir zühdî yaşayış tarzı vardı. Bu zühdî hayat ve zihniyet tarzı iki yeni şehirde gelişmiş ve iki ana mektep oluşturmuştur: Basra ve Küfe Mektebi. Kûfe mektebinin zühd ve takva erbabı, Hz. Muhammed’in günlük yaşantısını en ince teferruatına kadar taklide çalışıyordu. Bunlar genellikle Hz. Ali taraftarı idiler.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, zühd kavramını önce mutasavvıflardan farklı şekilde tahlil ederek meseleyi metafizik bir çerçevede ele alır. Ona göre zühd mal ve mülke yönelik talebin terkidir ve mala mülke sahip olmayanın zühdünden söz etmek mümkün değildir. Mânevî tecrübesi olan zevk sahibi kimse, dünya arzusunu ve onun peşinden koşmayı terkettiği için kalbinde ilâhî bir tecellinin izini görür. Bu tecelli sebebiyle zühd amelinin Allah nezdinde bir değeri söz konusudur. Zühdde ilâhî bir tecelli bulunması zühdün ilâhî isimlerle irtibatlı olduğunu gösterir. İbnü’l-Arabî zühdün ilâh, rab ve rahmandan ibaret üç ilâhî isme göre bir makam ve halinin varlığından bahseder. Ona göre zühd İslâm, iman, ihsan hadisinde sözü geçen mertebelerde bulunan müslüman, mümin ve muhsinlere göre farklıdır. Müslümanın zühdü mülk âleminde gerçekleşir ve var olanlara yöneliktir. Bu tür zühd kulu Hak’tan ayıran en uzak perdeyi kaldırmayı amaçlar. Müminin zühdü ceberût âlemindedir ve zâhid mümin zühdünü nefsine karşı gerçekleştirir. Melekût âlemindeki ihsan sahiplerinin zühdü ise Allah’ın dışındaki her şeyi terketmektir. Bu mertebede artık bir perdeden bahsedilemez. Zühd seyrüsülûk yolundaki sâlike keşf gelmediği sürece eşlik eden bir makamdır. Kalp gözünden perde kalktığında sâlik artık zâhid diye anılmaz. İbnü’l-Arabî’ye göre sülûkünün başlangıcında olan sâlikler için zühd bir anlam ifade ederken gerek sülûkün ileri aşamalarında bulunan kimseler açısından gerekse bir varlık durumu cihetinden zühdden söz edilemez. Zühd eğer bir şeyin terki ise kul kendisi için yaratılmış eşyayı ve dünyayı terkedemez ve ona karşı zâhid davranamaz. İnsanın kendisinden dolayı yaratılmış olduğu, varlık sebebi olan Hakk’ı terketmesi de imkânsızdır. Buna göre metafiziksel açıdan zühd gerçekte bir bilgisizliktir. İbnü’l-Arabî şöyle der: “Bir şey benim değilse ona karşı nasıl zâhid olayım? Benim olan bir şeyden ise ayrılmam mümkün değildir. Öyleyse zühd nerede kaldı? Hakk’ı görürsen zâhid olmazsın, çünkü Allah yaratıklarına karşı zâhid olmadı. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktan başka bir çare de yoktur. Öyleyse zâhidlikte kimin ahlâkıyla ahlâklanacaksın? Bu anlama dikkat et! Zühd sadece dünya hayatındadır, bu sebeple de kalıcı değildir” (Fütûhât-ı Mekkiyye, XI, 35-37).

a- Üveys el- Karanî (Veysel Karanî) ö.657 Anadolu halk kültüründe Veysel Karanî diye anılan Üveys el-Karanî, Yemen’deki Murâd kabilesinin Karan aşiretine mensuptur. Menkıbe kitaplarında kendi kendine ilham-ı Rabbanî ile İslam dinini kabul ettiği bilgisi bulunmaktadır.Zâhidâne hayatı dolayısıyla Veysel Karanî tasavvuf ehli tarafından örnek bir şahsiyet kabul edilmiş, Hz. Peygamber’i zâhiren görmemekle birlikte mânen kendisinden feyiz aldığı ileri sürülmüştür. Ayrıca Resûlullah’a nisbet edilen, “Rahmânın nefesini Yemen’den alıyorum” sözüyle (Buhârî, et-Târîḫu’l-kebîr, IV, 71) Veysel Karanî’nin kastedildiği söylenmiştir. Rivayete göre Peygamber’i ziyarete Medine’ye gelmiş, ancak Resûl-i Ekrem’i o gün evde bulamadığından görüşememiş ve aynı gün Yemen’e dönmek zorunda kalmıştır. Hz. Muhammed’in vefatından kısa bir süre önce hırkasını çıkarıp Hz. Ali’ye vermiş, bunu Üveys el-Karanî’ye vermesini söylemiş, O da Veysel’in Kûfe’ye yerleşmesinden sonra hırkayı ona götürmüştür. Hırkanın sonraki nesillere intikal ederek günümüze ulaştığı kabul edilir. Bu hırka, İstanbul’da Fatih’te Hırka-i Şerif Camii’nde ramazan aylarında ziyaret edilmektedir. Kûfe’de münzevi bir hayat yaşayan Veysel’in 37 (657) yılında vuku bulan Sıffîn Savaşı’na Hz. Ali’nin saflarında katıldığı ve bu savaşta şehid olduğu kabul edilir. Bundan dolayı İmâmiyye Şîası’nda özel bir yere sahiptir.

b- Hasan el Basri (ö 728) Basra kadısı Hasan bir ara Mu'tezile oldu ama hiç bir yola veya meşrebe tam bağlanmadı. Hasan'ın Kur'an tefsiri oldukça akılcı (rasyonalist)dir. Hasan nazarında îmân, kararsız ve hassas olup her an için kaybolabilir. Onun için açıktan ve zahiren yapılan bazı ibadat ile kalbde mütemadiyen canlandırılmalıdır. “İmân, ameller ile doğru olduğu tasdik edilen şeydir. Görüşleri hariciler ve İmamiyye tarafından tenkid edildi. Tasavvuf anlayışı: desturu “zühd”dür, yani dünyada her fâni şeyden tam ve kâmil bir feragattır.

c- Rabia Adeviyye (ö. 185/801) Bütün ömrünü Basra'da geçirmiş. Hasan el Basrî düşüncesinin devamı ama farklı. “Rûhun Allâh için iki muhabbeti var: birisi tam olmayan muhabbet, yani şahsi bir haz; diğeri ise lütf-i ilahî ve Allah'ın bizzat kendisi için tam ve kâmil bir muhabbet”. Sufilerde son mertebe olan “vuslat ilellâh” düşüncesini başalatanlardan ve “aşk” kelimesini ilk kullanan..

d- Zünnün Mısrî (d. hicri180-ö. 245/856) Aşk-ı ilâhînin rûha bahşettiği zevkleri hissettirmeye gayret etti. Semâ'yı yayanlardan biride Mısrî'dir. Sülemi'ye göre tasavvufî halleri (tertibü'l-ahvâl) ve velâyet ehlinin makamlarını (makalatu ehlil'l-velaye) ilk defa tarif ve talim eden Mısrî'dir.

e- Beyazıd Bistamî (ö. 260/874) Eskiden Mutezile eyilimli bir Hanefi. Daha sonra Tasavvufa sülûk etmiş.Tasavvuf anlayışı: “Bir yılanın derisinden soyunduğu gibi, kendi benliğimden soyundum; sonra zâtıma nazar ettim ve gördümki, ben O imişim”. Bistâmi Vahdet-i Vücud'a tamamen kail değildi. Onun nazarında Allâh müteal (tecrübe ile elde edilen bilginin üstünde) ve hariçte idi. Bistâmi'de akıl aşktan daha geniş yer tutar. Onun aradığı şey Zât-ı Ulûhiyyet'i dıştan bir idrak imkanını elde etmektir. Fakat bu durum, onun kalbini âşıkane bir vuslata kadar götürmüyor. “Ben seni, senin beni hissettiğinden daha fazla hissediyorum” diyor. Bistâmi Kur'ân-ı Kerim'i tefekkür ederek mi'râcı kendi nefsinde tahsil ve tatbik etmeye çalışan ilk süfidir. Cüneyt “Bistâmî 'aynü'l-cem makamına vâsıl olmamış, o halin başlangıcında kalmıştır” diyor. Şibli'de aynı şeyi söyler. Hallaç ise “....hala var zannettiği Ebû Yezid ile meşkul oluyor. Eğer arif-i kâmil olsaydı, kendi kalbinde Allâh'ın mütekellim olduğunu işitir, artık Ebû Yezid'e iltifat etmez, kendisiyle bir daha alâkadar olmaz, ne bu sözleri söyler, ne de onların büyüklüğünden dehşete düşerdi” diyor.

f- Hâkim et-Tirmizî (ö.285/898) Melâmetiyye tasavvuf okulu üzerinde etkili olmuştur. İbn Arabi'nin müjdecisi sonra da Nakşibendiyye kurucusu Bahâuddin Nakşibend üzerinde etkili. Tirmizî'de felsefe sadece bir aksesuardır. Onun aradığı şey, farzları ve sünnetleri aklî ve terkibî bir şekilde te'vil (söze ayrı mana verme) etmektir. Tasavvuf psikolojisinde, ”kalplerin ilmi”ni mükemmel bir şekilde izah etmiş;”sadr”ı (göğüsü) “kalp”ten ayırmış ve “kalb”in aynı zamanda düşüncenin düzenleyicisi ve bedenin bir uzvu olduğunu açıkca belirtmiş. O aynı şekilde, ne vücûdun hâlini değiştiren “tevâcüd”ü (kendine davet etme), ne de iradeyi değiştiren “aşk”ı içine katmaksızın, bilhassa entelektüel aydınlanma konusunda velayetin derecelerini izah etmiştir.

g-Cüneyt Bağdâtî (ö.286/899) Hallac'a yakın bir düşünce. İhtiyatlı ve titiz sünni geleneğe bağlı bir düşünce. Mistik birlik meselesinde,Cüneyd, problemi bütünüyle kucaklayan ve onu doğru bir şekilde ortaya koyan ilk düşünür. Cüneyd, “başlangıcımıza dönmek” kavramını, “bizzat Yaratıcı'nın hayatına iştirak etme” olarak izah etmekte: “ aşığın sıfatlarının Ma'şûk'un sıfatlarında fâni olduğu” bir aşkın gerektiğini görür. İlahî lütfu yürekten arzu etme sayesinde, vahyin sırlarına bile sahip olmuş nice insanların var olduğunu “Devâu'l-Evrah” da yazar.

2- Cüneyt Bağdâdî'den Muhyiddin Arabi'ye

Bu devrede İmam Ali'den çeşitli yollarla gelen Tasavvufi bilgi Cüneyd zamanında bir araya toplanmış ve Tasavvuf, artık, muntazam bir usûle ve açıklanmış terimlere sahip olmuştur. Cüneyd, tenzih fikri (Rabb’i insana benzetmemek) ile tevhid fikrini bağdaştırmış bundan ötürü de kendisine (Seyyid'üt-Tâife) adı verilmiştir. Bu devrin sonlarında hakikatların hakikatının aranması ve Allah'ta fâni (geçici) olma arzusu gelişti. İmam Gazâli ortaya çıktı: İhyâu Ulum'id-Din adlı kitabında sûfiler arasında kullanılan usül ve terimleri de açıklamıştır. Gazali zahir ile bâtını uyuşturmağa çok gayret etmiş ise de zahire fazla ta'viz verdiğinden kendi gayretini kendi baltalamıştır.

a- Hallâc-ı Mansur (öl. 922) Onun orijinal tarafı, bir araya getirdiği tarifler arasında mükemmel bir bağlantı kurmasıdır. Hallâç'a göre insan şahsiyeti, ancak insan ile Allâh arasında rollerin sürekli ve severek yer değiştirmesiyle yenilenir. Bu da, titreyiş, nabız atışı, heyecan ve şuur hali gibi peş peşe bir hayat bulmayla gerçekleşir.

Hallâc “Kitab'ut-Tavâsin” adlı eserinde “Hakikat-i Muhammediyye” sorunu hususunda şöyle der: "Peygamberimiz Hz.Muhammed'in birbirinden ayrı iki sûreti vardır. Bunun biri, bütün varlıkların var olmasından önceki ezeli süretidir ki her ilmin ve irfanın kaynağıdır. Diğeri de Peygamber ve Resül olarak dünyaya gelen fâni süreti. Bütün Peygamberlerin ve Velilerin nurları, işte, Muhammed Mustafa'nın bu ezeli nurundan gelmiştir. Ve yine, bu sebeple, bütün ilimler, Muhammed Mustafa'nın denizler gibi olan ilminden, ancak, bir katradır". Hallâc'a göre, "Hak ve Hakikat Muhammed Mustafa iledir. Ve Hakikatta ilk o, Nübüvvette son odur. Bâtında Hakikat o, zâhirde Ma'rifet odur".

Hallâc'a göre bütün dinler Allah'a aittir. Dinlerin adları her ne kadar birbirinden ayrı ise de hepsi ayni hakikatı ifade etmektedirler. Onun için hiç kimsenin dinine batıl dememelidir. İnsanların ayrı dinlere bağlanması, kullar üzerinde hüküm süren, Allah'ın irâdesidir. Hallâc'ın, özellikle, Hakikat-ı Muhammadiyye ve Dinlerin birliği hakkındaki görüşleri kendinden sonraki mutasavvıflara da büyük etki yapmıştır.

b- Gazali (öl. 1111) İmam Gazali, felsefeye ve dine bağlanan, aklı bir yana iterek inancı temel ilke alan bir görüşle tasavvuf düşüncesine yardımcı olmuştur. Gerçeğin kaynağını inançta bulan Gazali'nin görüşü felsefeden çok tasavvufa katkıda bulunmuştur.

Gazâli'ye göre, Teoloji alanına giren bütün meselelerde bizi gerçeğe, yakin'e götürecek olan şey soyut düşünce ve mantık değil, fakat, yaşanmış tecrübeden ibâret olan (Kalb Gözü) dür. Bu göze sâhib olma yolu da Tasavvuf yoludur. Gazâli, kalb gözüne, çeşitli eserlerinde çeşitli anlamlar vermiş ve onu özellikle :

1—Kalb gözü veya akıl için uzak ve yakın yoktur. Yerde ve göklerde bulunan her şeyi sebepleri ve gerçekleri ile kavrar ve onlara tasarruf eder.

2—Kalb gözü, ma'külleri, sonsuzluğu ve sonsuz olanı, Allah'ı da kavrar ve kendi özü ile bir olur. Allah'a ait bilgi lezzetleri kalbe aittir.

3- Kalb gözüne bazan nefs, bazan ruh, bazan da nur, bazan da akıl denir.

4- Kalb gözü, bir nurdur ki onunla görür. Kalbin anahtarları da bir takım nurlardır ki gizlilikleri onlarla açar. En yüksek ve gerçek nur ise Allah'tır. Çünkü, Allah, gerçek vücuttur, gerçeklerin gerçeğidir. Bu sebeple nur adı onda asil, diğer varlıklarda mecazdır.

5- Kalb gözü, terim olarak, İlk Akıl'dır.

İşte, Gazali'ye göre bu kalb gözüne sahib olan yalnız âriflerdir, mutasavvıflardır. Yakinî bilgiye, Allah'ın Ledün ilmine sahib sevgili kulları da yalnız bunlardır. Yalnız bunlardır ki Allah'ı olduğu gibi görürler ve onun zatın' da tam ma'nasiyle kavrarlar. Allah, bu yakinî bilgiyi, bu sevgiyi kullarının kalbine doğrudan doğruya kendi nuru ile verir.

c- Şehabeddin Sühreverdi (Maktül) (öl.1191) Sühreverdi’nin önemi “İşrak” adı verilen bir felsefenin kurucusu olmasıdır. Hak ve Hakikata ulaşma yolunda keşf ve zevk ile birlikte Şeriat hükümlerine de uyulduğu takdirde o yola Tasavvuf yolu, uyulmadığı takdirde de o yola İşrak yolu denir. İllüminasyon denen İşrak, hakikatların derece derece açılması veya Nur anlamına gelmektedir. Bunun için buna (Nur Felsefesi) de denir.

Sühreverdi'ye göre nefsini gerektiği şekilde terbiye eden, yani hayvanlığına mahsus olan tahayyül işlerinden kurtulan her insan, mükâşefe ile vasıtasızca Tabiat, Ruh ve Ma'na âlemlerine ve en nihayette nurlann Nuru Olan Allah'a ulaşabilir ve bu takdirde de eşyanın sırrına nufuz eder . Geçmişte ve gelecekte olmuş ve olacak bütün şeyler ona açıklanır. Bu imtiyaz, sâdece, Peygamberlere mahsus değildir.

Ona göre, zât, mahiyyet, hakikat gibi şeyler sırf zihni kavramlardır. Bu kavramların en genel olanı da Vücud kavramıdır. Fakat bunların hepsi de dışa ait varlıkları olmayan sırf aklî şeylerdir. Bu sebeple, sırf zihnî ve aklî itibarlardan ibaret olan mantıkî kavramla bir Metafizik kurmağa ve bu kavramları gerçek âleme temel yapmağa kalkışmaları yanlıştır. Ve bütün yanlışlıkların sebebi de budur. Sühreverdi'ye göre, zât ve vücud ayni şeydir; cevherlik, cisimlikten ibarettir. Ona göre nurlar, cisimlerin ilk örnek (prototype)leridir. Cisimlerdeki nev'i suretler bununla açıklanır. Nurlar, ne âleme bitişik ne de ondan ayrıdır; ne âlemin içinde ne de dışındadır.

d- Muhyiddin Arabi (1240) Cüneyd ve Hallaç'ı tenkid eder: Nefse karşı yapılan mücadeleye atfedilen öncelikten, şuur imtihanına yönelik gösterişsiz iç mücadeleye geri dönüş; ve kendini ahlâken kontrol etmeksizin sırf spekülatif bir zihnî faliyetin izlediği, anlaşılması güç teorik bir kültüre, entelektüel vecdin inceliklerinden daha çok önem verme. Tasavvuf, Muhyiddin'in (Vahdet-i Vücûd) felsefesi ile tamamen felsefileşti. Muhyiddin, her türlü Tasavvufi meseleyi incelemiş, her fikri mantıkî sınırına kadar götürmüş, her düşünceyi büyük bir cesaretle ve tam bir açıklıkla ortaya atmıştır. Bu devirde, özellikle, nefsin yaratılışının hakikatı ve mahiyeti, vahdetten kesretin nasıl çıktığı ön planda yer almış ve artık Tasavvuf, İslam Dininin en kuvvetli temel direği olmuştur.

İbn Arabi derki: Allah bir kere "Ol !" dedi, dört âlem hep birden meydana çıktı. Ancak, bu âlemler, yoktan meydana çıkmış değillerdir; zatın, kendisinin bir halden diğer bir hale geçmesi ile meydana çıkmışlardır. O’na göre, “... yaratılışın, sebebi de “Muhabbet” tir. Buna da şu kudsi hadis delildir : "Ben bir gizli hazine idim bilinmeğe muhabbet ettim; halkı bilinmem için yarattım..." Yani vücud, vâhidiyyet mertebesine inmekle zatım ve sıfatlarını bilmiş olmakla, dolayısiyle, zatındaki kemallerini meydana çıkarmak için muhabbet göstermektedir. Bu da A'yan-ı Sabite'de henuz yoklukta bulunan alemin süretlere bürünüp hem kendi nefslerine hem de Hak'kın nefsine görünmeleriyle; başka bir deyişle, Allah'ta kuvve halinde mevcut olan bütün sıfatların kuvveden fiile çıkmalariyle mümkündür. İşte, muhabbet eseri olan bütün bu âlemlerin hepsi tek bir nur deryasıdır ve bu derya durmadan dalgalanmakta ve tecelli etmektedir. Bu dalga ve tecelli Zat'tan gelir ve yine Zat'a gider. Bu deryanın dalgasına “Masiva” denir. Derya kadim, fakat, dalga hâdistir. Baş ve son Hak'kın Vücüdudur. Kısaca, Allah'tan başka fail, Allah'tan başka mevsuf, Allah'tan başka mevcut yoktur.” Başka bir deyişle, Muhyiddin'e göre, vücutta bir tek olan Hak'kın vücudundan başka vücud yoktur ve olamaz. Alemler, ancak, Allah'ın şufin ve tavırlarının tecellilerinden ibarettir. Daha açık bir deyişle, vücut birdir, bundan ötürü de yaratan ve yaratılan aynidir.

Özetle Muhyiddin Arabî şöyle demektedir:

"Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu hâlde, Nur ile Zulmet aynıdir". "Allah beni öğer ben de O'nu; O bana kulluk eder, ben de O'na. Hak beni yarattı ki kendisini bileyim; ben de O'nu, bilmek ile var kıldım". 3- Muhyiddin Arabi dönemi

İslam Tasavvufu, Muhyiddin'in “Vahdet-i Vücud” görüşü ile felsefîleşip kemalinin zirvesine ulaşmış; Hindistan'a bile bazı Tasavvufi tarikatların girmesinde ve Hind Felsefesi ile İşrakî Felsefesinin birleşmesinde, dolayısiyle, Türkistan, Iran ve Hindistan arasında ortak bir felsefe ve buna dayanan bir Türk-İslam Imparatorluğunun kurulmasında onun bu Vahdet-i Vücud felsefesi pek büyük bir rol oynamıştır.

Bu dönemde Ferîdüddin Attâr (öl.1221)da, daha önceki yüzyıllarda yaşayan Hallâc-ı Mansur ve Cüneydi Bağdâdî'nin izinden yürüyerek, eski inançlarla da beslenerek, Tanrı ile insan ayrımını kaldırdılar, ancak Tanrı insanla, insan Tanrı ile vardır, ikisi de birbirinin varlığını gerekli kılarlar,

Muhyiddin'in Vahdet-i Vücûd görüşü ile zirvesine ulaşan Tasavvuf, ondan sonra ancak, onu taklid ve tekrardan ibaret kalmış ve gittikçe safsatalaşıp yozlaşmıştır.

d- Orta Asya’dan Anadolu’ya Alevi tasavvufu

Anadolu’da Alevi İslam’ın hem Orta Asya kökenleri, hem de Orta Doğu’daki diğer dini ve mistik kültürlerle ilgisini yakından incelemek Aleviliğin göçebe Türkler arasında ve eski İslam öncesi dini mistik inançlar temelinde oluştuğunu, kitabi biçimden farklı bir tarzda yapılandığını ve farklı bir içerik kazandığını gösterir. Alevilik, Anadolu’ya daha önce de nokta girişler yaptıysa da, 11’inci yüzyıldan itibaren bir taraftan toplu bir şekilde göç etmeye başlayan Alevi Oğuz Türklerinin aile ocağı yapısıyla ve Horasan erenleri ile Kalenderi, Yesevi ve Haydarî birimlerinin dervişleri, diğer taraftan da güneydoğu Anadolu’ya ve İran, Irak ve Suriye hudutu boyu Kürt, Arap ve değişik aşiretler arasına Musul’dan Halep’e, Antakya’ya kadar yayılan İsmaili Daileri, Vefai ve Nusayrî gibi Alevi-Sufi birimleri, dervişleri ve pîrleri tarafından getirildi.

Orta Asya’da Türklerin Bâtınî İslamı kabul ettiğine dair ilk yazılı kaynak 941-943 yılları arasında Samaniler devletinin Çin'e elçilik göreviyle yolladığı Abu Dulaf’ın seyahat notları elimizde bulunan ve bugünkü anlamda Alevi Türkler tanımlamasını ilk kullanan yazılı belgedir. Yolculuğunda 941-42 yılı içerisinde bir süre Bagraç Türklerinin yaşadığı bölgede kalmıştı. Abu Dulaf onların, içinde İmam Zeynel Abidin oğlu Zeyd için yakılmış ağıtların da yer aldığı bâtınî anlamda yorumlanmış, Sünni İslama aykırı, bir Kur’an bulunduğu ve bu “Alevi” Türklerin, Ali'nin indiği ve tekrar geri döndüğü gökyüzüne doğru avuçlarını açıp, bağırarak dua ettiklerini yazıyor. (Kitabın aslını 1923 de Prof. Ahmed Zeki Velidi Togan, Meşhed'de Astane Quds Museum'da (MS 5229) buldu ve değişik eserlerinde, mesela «İbn Fadlans Reisebericht», Leipzig-1939 da yayınladı). Bu konuda Ebu Bekir Muhammed b. Cafer Narşaki’nin 943-948 yılları arasında yazdığı Buhara Tarihi’nde de destekleyici bilgiler bulunmaktadır.

Alevi İslamının Anadolu’ya yerleştiği dönemde, onu Sünni İslam’dan ayıran, siyasi, sosyal ve teolojik boyutta üç temel özellik vardır:

1-Siyasal boyut: Sünni İslam, Türk tarihinde genellikle devletin, siyasi otoritenin resmi tercihini oluşturmuştur. Oysa Alevi İslam bu siyasi otoriteyle ters düşün sosyal çevrelerin ideolojisini teşkil eder.
2-Sosyal boyut: Sünni İslam’ın çoğunlukla yerleşiklerin dini tercihi olmasına karşılık, Alevi İslam büyük çapta konar-göçerlerin inancıdır.
3-Teolojik boyut: Sünni İslam’ın Kuran ve Sünnet temeline dayalı gelişmiş, sistematik ve yazıya geçmiş olmasına karşın Alevi İslam, sistematik olmayan, mitolojik ve sözlü bir teoloji (dinbilimi) oluşturmuştur.

e- Alevi İslam inancının tasavvuf temelindeki üç unsur

Bu üç farka rağmen Anadolu’ya yayılan ve kültürüyle, bilhassa dili, töreleri, örf ve adetleriyle yani sözlü kültür ve yaşam tarzıyla Anadolu’da yaşayan bütün toplulukları etkileyen Türklerin, Alevi İslam inancının tasavvuf temelinde şu üç öge vardır:
1) Bağdaştırmacıdır: Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar geniş bir zaman ve mekân süreçinde İslam’dan önce Türklerin bazı inançlarını birçok dini ve mistik kültür kalıntılarının, yüzeysel bir İslam ile karışmasıdır.
2) Koyu mistiktir: Hem bizzat tasavvufi karakter arz ettiği, hem de İslam öncesi döneme ait mistik bir yapı sergiler.
3) Mehdicidir: Ezilmiş, hor görülmüş bir toplumsal psikoloji temelinde gelişmiş, günün birinde dünyayı yeryüzü cennetine kavuşturacak ilahi bir şahsiyetin geleceğine inanılır. Rıza Şehri ideali bu yeryüzü cennetinin somut şekillenmesinin tarifidir.

Eski İran ananelerini bünyesinde barındıran Horasan, İslâmiyet’ten sonra tasavvuf cereyanının başlıca merkezlerinden biridir. Horasan’da Türkler arasından da Muhammed Ma’şûk Tûsî ile Emîr Ali Ebû Halis gibi Türk mutasavvıflar yetişmiştir. İşte bu sayede, Türkler arasında tasavvuf cereyanı yavaş yavaş kuvvetlenmiş, Buhara, Semerkant gibi büyük İslâm merkezlerinden dervişler aracılığıyla göçebe Türklere de ulaşılmaya başlanmıştır. Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşah zamanlarının ünlü sûfileri, Baba Tahir Uryan, Ebû Said Ebu’l-Hayr gibi sûfiler çok itibar gören kimselerdi. Bir yandan halkı temsil edip halka hitap eden bu sûfiler, bir yandan da aydınlara hitap ederek sûfilik cereyanının gelişmesine yardımcı oldular. Sonra da tasavvuf hareketleri bu iki cephesiyle Anadolu’ya göç etmiştir. Mutasavvıfların menkıbe ve kerametleri yalnız şehirlerde değil, göçebe Türkler arasında bile az çok yayılmıştır. İlâhiler, şiirler okuyan, Allah rızası için halka birçok iyiliklerde bulunan, onlara cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri, Türkler eskiden dinî bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzeterek hararetle kabul etmişler, dediklerine inanmışlardır. Bu suretle eski ozanların yerini, “ata” veya “bab/baba veyahutta “dede” unvanlı birtakım dervişler almıştır.
f- Alevi Türkler arasında ilk mutasavvuf: Hâce Ahmet Yesevi

Alevi Türkler arasında öne çıkan ilk mutasavvuf Orta Asya’da Ahmet Yesevi’dir.

Hâce Ahmet Yesevi (öl.1166. Saydam’da Hâce Ali soyundan gelen yani Seyyid Evladı Resul anlamında kullanılır): “Pîr-i Türkistan” olarak anılan Hâce Ahmed Yesevî’nin doğum tarihinde olduğu gibi (1093?-1166? mı yoksa 1103? – 1208? olduğu ve toprak altına inip inzivaya çekildiği tarih 1166 ?), bazı tasavvufta ehlinde görüldüğü gibi sufiliğe yaklaşımıyla bir sünni sufi mi yoksa Şia’dan mi olduğu da hala tartışılıyor. Ama Orta Asya Türk-İslam kültürünün çok önemli bir düşünürü olarak Ahmed Yesevî ile Yesevîliğin, sufi sünni Nakşıbendi tarikatı üzerindeki etkisi bir tarafa, Bektaşîlik ve Alevîlik üzerindeki etkileri çok önemlidir. Aslında Babaî, Haydarî ve Bektaşî ananelerinin Ahmed Yesevî hakkındaki rivayetlerinin tarihî hakikatlere daha yakın olduğunu ifade edilmektedirtedir. “Pîr-i Türkistan” Hâce Ahmet Yesevi’ye atfedilen “Fakr-name”deki düşünce yapısının, edep-erkân uygulamasının, “Dört Kapı Kırk makam” öğretisinin Yesevîlik tarikatının bir Şia tarikatı olarak varlığını Anadolu’da sürdürmesi ve Alevilik ve Bektaşîlik içerisindeki etkisi tartışmasızdır.
Yesevi’nin yetişmesinde iki kişinin önemi vardır: 7 yaşından itibaren Arslan Baba adlı ünlü bir Türk mutasavvıfından muhtemelen İsmaili ve Melâmeti eğitimi aldı. Arslan Bab’ın ölümünden sonra, 27 yaşında dini ve genel bilimlerin öğretildiği Buhara medreselerinde Yusuf Hemedânî (öl.535/1140)’nin müridi oldu ve tarikattaki eğitim usullerini, dini ve tasavvufî ilimleri ondan tamamladı. Ama “Hikmetler”inde Bâyazıd-i Bistânî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Hallaç-ı Mansûr gibi muasvvuflardan da etkilendiği apacık görünüyor.
Ahmet Yesevî halifeliği ve medreseyi bırakıp Yesi’ye yerleşmesiyle kendine özgü bir tasavvuf anlayışını geliştirdi. Allah’ın azabından korkmaya dayalı tasavvufu değil, ilahi aşka ve cezbeye dayalı İsmailik tasavvufunu ve her türlü benlik duygusunu kınayan Horasan Melâmetiye’sinin tasavvuf anlayışını bağdaştırıp Türk kültürüne taşıdı. Kitabî İslam’ın bütün inceliklerini, göçebe ve yarı göçebe Türk boylarının oluşturduğu sosyo-ekonomik ve kültürel çevrenin yapısı gereği, eski geleneksel inanç ve adetlerin yeni İslami kalıplar içinde bağdaştığı yeni bir yapıyı kurdu. Meselâ Yesevîlikteki zikr-i erre (bıçkı zikri) denilen zikir ve semâ tarzı, Türklerin zevkine uygun, tamamen onlara hâstır ve eski Türk kamlarının dinsel dans hareketlerinin devamındadır. Ayrıca Türk kültürüyle daha uyumlu kadınlarla erkeklerin beraber ibadetine yer verdi. Eski Atalar kültü evliyalar kültünü oluşturdu.Türklerin eski dinî geleneklerine ve İslâm’dan önce alışık oldukları erkân ve usullerle mistik yoldan İslâm’a dahil olmaları sağlandı.
Ahmet Yesevi, temelde her ne kadar bir İsmaili Dai'si eğitimi aldıysa da, kendi tekkesinde Şamanist Türk inançları doğrultusunda bazı değişiklikler yaptı. Mesela, yedi aşamalı olan İsmaili öğretisini, Fütüvvet teşkilatlarını da örnek alarak, dokuz aşamaya çıkardı. Bir Yesevi müridinin, şeyh unvanı alabilmesi için, bu dokuz aşamayı geçmesi ve kurtuluşa ulaşması şarttı. Her biri birer derece niteliğinde olan bu aşamaların maliklerine verilen adlar, Yesevi'nin bir İsmaili olduğunun göstergesidir. Bu dokuz aşama şöyle sıralanıyordu: Tövbe edenler, Bilginler, Zahidler, Sabirler (Sabredenler), Salihler (Kurtulanlar), Raziler, Şakirdler (Öğrenciler), Muhibler (İstekliler), Arifler (Gönül Erenleri).
Yeseviliğin son basamağı olan Ariflerin hedefi, Tanrısal gerçeğe ulaşmak, ruhun tekamülünü sağlayarak Tanrı ile bir olmaktır. Yesevi'ye göre bunun yegâne yöntemi içe kapanmaktır. Yüce Tanrıyı, us (akıl) ile anlamanın imkanı yoktur. Bunun için Arif kişi içine dönmeli ve sezgi gücüyle, kendinde var olan Tanrıyı içinde aramalıdır. İçe kapanış, kendi benliğini bir yana atmayı, Tanrıdan başka bir varlık düşünmemeyi ve bu düşünce akışının mümkün olduğunca kesilmemesi için elden geldiğince azla yetinmeyi gerektirir. İçe kapanışla sağlanan derin sezgi, ruhu Tanrıya ulaştıran, sevginin uyanmasına olanak sağlar. İçe kapanan Arif (Kamil) kişi, üç aşamadan geçer: Kendini bilme; Gerçeği kavrama; Tanrıya ulaşma. İşte bu noktada Kamil İnsan, artık Tanrıyla bir olmuştur.

Yesevilik, içe kapanma yöntemini, Şamanist uygulamalarından ve Melâmetilikten aldı ve bununla kendi Batıniliğini oluşturdu. Bu nedenlerle tarikat, Şamanizme bağlı geniş kitlelere hiç de yabancı gelmedi ve ortodoks Sünni İslam’ın katı kurallarına tepki gösteren Türkler, Yeseviliği kendi kültürlerine yakın, özgürlüklerine daha saygılı bularak özümsediler. Ancak göçebe halk, İsmaillik, Yesevilik ve Fütüvvet aracılığıyla Ali Yolunu seçerken, kentlerde bulunan yerleşik Türkler ve onların yöneticileri Sunni yorumu tercih ettiler. Türk yöneticilerin Sünniliği seçmelerindeki başlıca etken, bu islamî yorumun kitleleri daha kolay yönlendirici olduğunu görüp siyasi iktidarları için çok daha büyük imkanlar sağladığını görmeleriydi. Bu yöneticilerden, Sünniliğin kentli Türkler arasında tutulmasını ve kurumsallaşmasını sağlayanların başında, Selçuklular gelmektedir.

Ahmet Yesevi Türkler arasında kökü eskilere giden geleneksel şiir kalıplarını kullandı ve bunlara sufiyane, coşkun tavrını ekleyerek çok geniş kitlelere hitap etmesini bildi. Mesajının hem Orta Asya içlerine hem de batıya doğru çeşitli Türk memleketlerinde yayılmasını sağlayanlar ise halifeleridir. Yeseviliğin Orta Asya’dan bir yandan Hindistan, bir yandan Anadolu istikametinden daha batıya yayılışını 1218’de başlayan Moğol istilası hızlandırdı. Bu olaydan sonra Yesevi dervişleri, hızla gelişen istilanın önünden kaçarak Harezm, Horasan ve Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya girdiler.

Yeseviliğin 13. yüzyıllarda Anadolu’ya taşıdığı bütün geleneklere, bu yüzyılda Haydariliğin, sonra da Hacı Bektaş ve halifelerinin yaşattığını görüyoruz. 15.yüzyıldan itibaren Rumeli fetihlerine paralel olarak Bektaşiliğin Balkan’lara geçtiğini ve Yesevi geleneklerinin buralarda tanınma imkânına kavuştuğunu söyleyebiliriz. 15ci yüzyılda Nakşibendî Sufiliğinin Anadolu’ya girmesiyle birlikte Nakşibendîliğin yapısına uygun olarak iyice Sünnileşmiş bir Ahmet Yesevi imajı gelişti. Neredeyse Yeseviliğin Alevi kaynağını unutturdu. Yesevîliğin hem Bektaşîliğe hem de Nakşibendiliğe kaynaklık etmesi veya birbirinden oldukça farklı anlayışlara sahip bu iki tarîkatin içinde erimesi yahut onlarla devam imkânı bulması bir çelişki veya zaaf değildir. Aksine tam bir zenginliktir.
g- Anadolu’da XIII- XV ci yüzyıllar arasında mutasavvuflar

XIIci yüzyılda Ortadoğudan gelen Vefailik tarikatı da Güneydoğu Anadolu’ya girmiş ve Yesevilik kadar etkisini Anadolu’da göstermiştir. XII. yüzyıl ortalarına kadar süren ve yavaş gelişen tarikat ehli dervişler ve bağlı oldukları tekke ev dergâhla bu yüzyılın ortalarından sonra hızla gelişmeye başladılar. XIII.cü yüzyılın ikinci yarısında Babaî isyanından geri kalan dervişler Hacı Bektaşi Veli etrafında toplanmaya başlayıp Anadolu’da tasavvufî bir “hareketlenme” kazandı. Onun Hakka yürümesinden sonra halifeleri Rum Abdalları beylikler arasına yayıldılar. Osmanlı beyleri gibi Beylerin tarikat şeyhlerine gösterdiği saygı, gaza ve cihad faktörüyle daha da artmış ve bu Abdalların beylerle arasını iyileştirmiştir.

- Hünkar Hacı Bektaş Veli (muhtemelen do. 1200/9- öl. 1270/3): Yaşadığı devirde bile çok geniş kitleleri etkileyen Hacı Bektaş Veli derin tasavvuf anlayışı, hoşgörüsü, birleştirici, yapıcı ve uzlaşmacı kimliğiyle Anadolu’nun Türkleşmesi ve Bâtınî İslam/Alevi tasavvuf yorumunun yayılması ve sağlamlaşmasında önemli rol oynaması ve hayata sufî bakışı ile anılmaktadır. Fakat hiçbir tarihsel kişilik, Hacı Bektaş Veli kadar, kişiliğine ve konumuna ters değerlendirilip, kendisine yabancılaştırılmamış ve üstüne aykırı giysiler giydirilmemiştir. Tarihe ve tarihsel olaylara bakış çarpık, yöntemler yanlış olunca, ortaya farklı kişiliklerde Hacı Bektaş’lar çıkıyor. 13.cü yüzyıldaki Hacı Bektaş Veli hakkında bilgi/belge yetersizliği olması, onu bilimsel olarak değerlendirecek olanların önündeki büyük engeldir. Hele tarihi şahsiyetinden soyutlanarak artık bir iman konusu haline gelmiş olması, tarihcilerin çalışmasını daha da zorlaştırdı. Çünkü bu bilimsel araştırmalar ve değerlendirmeler, ona imanla bağlı çevrelerden veya karşıtlarından, ilim ve bilimden uzak, tepkiler alıyor. Yine de biz onu 13.cü yüzyılda Baba Resul'ün halifesi olarak Sulucakarahöyük'te yaşamış tarihi Hacı Bektaş Veli hakkında mevcut tarihsel verilere dayanarak özet bir özgeçmiş veya hayat hikayesi denemesi yapmağa çalışacağız.

Hacı Bektaş Veli hakkında bilgi veren en eski kaynaklardan biri ve Bektaşilerin en güvenilir nitelikte gördüğü kaynak, “Hacı Bektaş Veli Velâyetnamesi’dir. Ağızdan ağıza geçen geleneksel sözlü aktarımlar içinde, gerçekle gerçekdışılık biribirine karışmış. Onları halkın ağzından ilk toplayıp yazan ve çoğaltanlar, hem yönetime yaranmak için günün siyasetine uydurmuş, hem de hayallerini katıp gerçeküstülükleri artırarak halka geri getirmişlerdir. 15.yüzyıılın sonlarında (1481-1500) ilk kez Uzun Firdevsi (İlyas ibn Hızır al-mutahallas bi-l-Firdevsi) tarafından yazıya geçirilmiş olan şiirsel ve düzyazı biçiminde günümüze ulaşan Hacı Bektaş Vilayetnamesi bu özellikleri taşır.

Bu velâyetnamede Hacı Bektaş’a soyu sorulduğu vakit şöyle yanıtlamaktadır: ”Horasan erenlerindenim. Aslım Muhammed-Ali soyundan; Türkistan’dan geliyorum. İbrahim Sani diye tanınan Seyyid Muhammed’in oğluyum. Mürşidim 99 bin Türkistan pirlerinin ulusu Sultan Ahmet Hoca Yesevi’dir. Meşrebim Muhammed-Ali’dendir; nasibim Allah’tan.”. Velâyetname’de, Hacı Bektaş Veli, Hz. Ali’nin soyundan yedinci İmam Musa Kazım nesline bağlanarak, soy seceresi hakkında şu bilgi verilmektedir: “Hacı Bektaş Veli, Seyyid Muhammed İbrâhim-î Sânî, Seyid Mûsa’î-Sânî, İbrâhim Mükerrem el-Mücâb, İmam Mûsâ Kâzım." Ancak bu silsilenin doğruluk derecesi de tartışma konusu olmuş, Hz. Ali ile Hacı Bektaş Veli arasındaki şahısların azlığı nedeniyle, silsilede noksanlık veya kopukluklar olabileceği ileri sürülmüştür. Yaygın olan kanaate göre, Lokman Perende’nin himayesinde ve Yesevilik öğretisinin etkin olduğu bir ortamda yetişmiştir. Söylenceye göre Hacı Bektaş Veli’nin asıl adı Muhammed İbrahim Bektaş olarak bilinmekte fakat ufakken yalnızca Bektaş olarak çağırılmaktadır. Çocukluğu han sarayında, kölelerin arasında geçmiştir. Yine söylenceye göre Hünkar Hacı Bektaş Veli ismi, Bektaş’ın yaşamında ki kerametleri sonucunda sahip olduğu isimdir. Ahmet Yesevi dergahında üç yıl hizmet eden Bektaş’ın menkıbeleri velâyetnamede şöyle aktarılmaktadır: Yine kerametlerinden birisinin sebep olduğu ”Hacı” sıfatı da şöyle eklenmiştir adına: Bir vakit Lokman Perende Kabe’ye gider, Arafat’a çıkar. Yannda ki müritlerine ”Şu anda Türkistan’da bayram sabahıdır, herkes ”bişi” pişiyordur” der. O anda gerçekten de Türkistan’da bayram yemekleri hazırlanmaktadır. Lokman Perende’nin bu sözü Hacı Bektaş’a malum olur ve yanına alığı ”bişi”yi göz açıp kapayıncaya kadar Lokman Perende’ye götürüp sunar. Lokman Perende bu bayram sofrasından yemiş bulunur ve Kabe’den döndükten sonra onu karşılamaya gelen müritleri ona ”Haccın kabul olsun” dediklerinde Lokman Perende Bektaş’ın kerametini anlatır ve ”Asıl hacı olan Bektaş’tır” der. Bu kerametin üzerine adına ”hacı” kelimesi de eklenir. Hünkar ismi hakkında söylence ise şöyledir: Bir gün, Ahmet Yesevi Dergahındayken hocası Lokman Perende, ondan abdest almak için su getirmesini ister. Hacı Bektaş da ”Hocam bir nazar etseniz, mektebin içinden su çıksa da dışarıdan su getirmeye muhtaç olmasak” der. Lokman Perende ”Buna gücüm yetmez” der ve bunun üzerine Hacı Bektaş ellerini açıp dua etmeye başlar. Ellerini yüzüne götürüp secdeye eğildiği sırada, mektebin ortasından bir pınar akmaya başlar. Bu kerameti gören Lokman Perende ”Ya Hünkar!” demekten kendini alamaz ve bu olay sonrasında Hacı Bektaş Veli anılırken adının başına Hünkar sıfatı da eklendi. Hünkar’ın adında yer alan ‘veli’ sıfatı ise Alevi inancına özgü bir olgudur. İnancımızda, Veli sıfatı velayet yükünü taşımakla yükümlü olan en ulu kişiye verilmektedir. Anadolu Alevi yaşamında, yalnızca iki kişi bu sıfata sahiptir. Birincisi Hünkar Hacı Bektaş Veli, ikincisi ise adına kurulan Ocağa ismini veren Şah İbrahim Veli’dir.
Velâyetname’de, Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelişi şöyle aktarılmaktadır. “Kürdistan’da bir kavmin içinde bir zaman eğleşir.(...) O kavmi kendisine bağlar.(...) Rum ülkesine yürür. Elbistan’da Ashâb- ı Kehf mağarasına uğrar. Orada erbain çıkarır. Kayseri’ye doğru yola çıkar.(…) Rum ülkesine Zülkadirli ilinde Bozok’tan girer. Sulucakarahöyük’e iner”. Horasan’da aldığı tekke eğitimi, Anadolu'ya geliş yolu ve Anadolu'da bulunduğu yerler dikkate alındığında, Hacı Bektaş Veli, Yesevilik, Melamatilik, Batınilik, İsmaililik, Ahilik, Babailik, Haydarilik, Kalenderilik gibi dönemin inanç ve anlayışlarını, yakından tanıyor ve biliyor olmalıdır. Baba İlyas'ın torununun oğlu Elvan Çelebi (ö.1359) tarafından yazılan ve Baba İlyas'ın söylencelere dayalı yaşam öyküsünün anlatıldığı Menâkıbu'l-Kudsiyye fî Menâsıbı'l-Ünsiyye'de, Hacı Bektaş Veli, Baba İlyas'ın halifeleri arasında sayılmaktadır.
Eflâkî'nin 1318-1353 yılları arasında yazdığı, Menâkıbu'l-Ârîfin adlı kitabı da, Hacı Bektaş Veli'nin, Rum beldesinde ayaklanmaya sebep olan Baba Resûl'ün halîfe-i has'ı (gözde müridi) olduğunu ifade ederek, bu bilgiyi doğrulamaktadır. Mevlevî olan Eflâki, Hacı Bektaş Veli'nin "ârif ve yakîn'e" ermiş olduğunu, fakat İslam'ın kurallarına (sünni İslam’ın kurallarına demek istiyor) uymadığını belirtmektedir. Eflâkî, Hacı Bektaş adını üç yerde kullanmakta ve büyük atası Baba İlyas'ın altmış halifesi arasında saymaktadır. Tarihçi Âşıkpaşazâde'nin (ö.1481) 1478'de yazdığı Vekayinâmesinden, Hacı Bektaş Veli'nin kardeşi Menteş ile Horasan'dan gelerek, 1240 yılındaki Babai ayaklanmasının öncüsü Baba İlyas'ın yanında yerlerini aldıklarını öğreniyoruz. “Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya gelmesini beyan edeyim” diye başlayan Âşıkpaşazâde'nin anlatımı şöyle: “Bu Hacı Bektaş Horasan’dan kalktı. Bir kardeşi vardı, Menteş derlerdi. Birlikte kalktılar. Anadoluya gelmeye heves ettiler.. O zamanda Baba İlyas gelmiş, Anadolu’da oturur olmuştu. Meğer onu görmek isteğiyle gelmişler. Onun dahi hikayesi çoktur. Hacı Bektaş kardeşiyle Sivas’a, Sivas’tan Baba İlyas’a geldiler. Oradan Kırşehir’e, Kırşehir’den Kayseriye geldiler. Hacı Bektaş kardeşini Kayseri’den gönderdi. Vardı Sivas’a çıktı. Oraya varınca eceli yetişti onu şehit ettiler..” Baba İlyas'ın örgütlediği, Baba İshak'ın yönettiği 1239-40'daki Babai ayaklanmasında Sivas'da öldüğü anlaşılan Menteş ile kardeşi Hacı Bektaş Veli'nin yollarının, ayaklanmadan önce ayrıldığı anlaşılmaktadır. Hacı Bektaş, hareketin son çarpışması olan Malya’dan önce, bilinçli olarak savaşın dışına çıkarılarak Kendek’te Hacı Bereket’in yanına gönderilmiştir. Bu buyruğu, bizzat baş kumandan, halifesi bulunduğu bildirilen Şamlu Baba İshak vermiştir. Elvan Çelebi, Menakıbu’l Kudsiyye‘de Hacı Bektaş’ı ve bu olayı 1992 ile 2016 arasındaki beyitlerde genişçe anlatmaktadır:

2011 Server-i leşkeran ol şehbaz/Hacı Bektaş diyu gelir avaz,
2012 Kendek’e çık seni selamet bil/Bereket Hacı’yı ziyaret kıl
2013 Dakı bunca halife etrafı/Ki bular dutdi Kaf ta Kafı,
2014 Bunlardır herbirisine Allah/Şol kadar virmiş idi eltafı
2015 Edeb ü ilm ü hilm ü takvi ile/Yola kul itdüler her eşraı
2016 Hem şeriatde alim ü amil/Hem tarikatda arif ü afi
(Elvan Çelebi, Menakıbu’l Kudsiye fi Menasıbi’l Ünsiye, haz. İsmail E. Ünsal ve A. Yaşar Ocak, 1984, s. 169-171)

Bereket Hacı ve onun çok sayıda, "Kaf’tan Kaf’ı tutmuş edep, ilim ve hilm sahibi halifeleri" de kendisine yardımcı oldukları yadsınamaz. Geleneksel olarak Vilayetname‘den gelen bilgilere göre, Hacı Bektaş Veli Sulucakarahüyük’te Çepni Türkmenlerinden Yunus Mukri’nin yanında kalarak kırımdan kurtulmuştur. Ancak, Vilayetname’den yaklaşık yüzyıl önce yazdığı kitabında Elvan Çelebi’nin verdiği bu önemli bilgi, onun daha önce Kendek’te Bereket Hacı ve halifeleri arasında kalıp, hem Babai avcılarından kendini koruduğu hem de iyice olgunlaştığını gösteriyor. Anlaşılıyor ki Hacı Bektaş Suluca karahöyük’e belki tek başına değil, Bereket Hacı’nınyanına kattığı kişilerle ve tavsiyesi üzerine gitmiştir. Hacı Bektaş'ın niçin burayı gittiği doğrusu üzerinde düşünülecek bir sorundur. Aslında bu mıntakayı seçen yalnız o değildi. İsyandan sonra Muhlis Paşa ve Şeyh Osman da Kırşehir'e yerleşmişlerdi. Muhtemelen Hacı Bektaş'ın da Kırşehir yöresini tercih etmesi, buradaki Türkmen boylarıyla ilgili olmalıdır. Hacı Bektaş, bölgedeki Türkmen boyları arasında rahatça kimliğini gizleyerek saklanabileceğini düşünmüş olabilir. Nitekim Velâyetname'de de belirtildiği gibi, bu bölgede yarı göçebe bir hayat süren çok sayıda Türkmen aşireti mevcuttu. Selçuklu hükümetinin Babailer üzerindeki baskı ve takibi ortadan kalkınca da, muhtemelen açığa çıkmayı düşünüyordu. Fakat onların bu bekleyişleri fazla uzun sürmemiş ve 1243 yılında Moğollar'ın Anadolu'ya gelmesiyle birlikte, Selçuklu hükümeti kendi başının derdine düşmüştü. Üstelik Irene Beldiceanu'nun Karaman eyaleti tahrir defterleri üzerinde yaptığı araştırmalar Hacı Bektaş'ın Sulucakaraöyük'e Velâyetname'nin yazdığı gibi yalnız bir derviş olarak gelmediğini, kendine bağlı Bektaşlu adını taşıyan bir oymakla birlikte geldiğini gayet açık bir şekilde gösteriyor (Bk. I. Beldiceanu-Steinherr, "Les Bektaşî à la lumière des recensements ottomans du XVe-XVle siecles", WZKM., X l (1991), ss. 21-79). Bu da Türkmen babalarının aynı zamanda hem oymak başı hem de dini önder olduklarına dair görüşü destekliyor. Büyük ihtimalle Hacı Bektaş böyle bir Yesevi/Babaî şeyhi olarak Sulucakaraöyük'e gelmiş ve yine Babailer'e mensup buradaki bir başka Türkmen boyu olan Çepniler arasına yerleşmişti. Bu köyde giderek ününü etrafa yaymak suretiyle civardan pek çok mürid edindiği ve faaliyetlerini gerçekleştirmeye başladığı anlaşılıyor. Velâyetname'ye göre O’nun Moğol hakimiyeti dönemine rastlayan bu faaliyetlerinin, genellikle Türkmenler içinde Baba İlyas'ın ve kendinin fikirlerini yaymak olduğu kadar, bölgedeki gayri müslimler ve hatta Moğollar arasında İslamiyet propagandası yaptığı söylenebilir.
Bastırılan Babaî ayaklanmasının sarsıcı etkileri ve Moğollar karşısında 1243'deki "Kösedağ Savaşında" alınan yenilgi, Anadolu Selçuklu Devletini dağılma ve parçalanma sürecine sokmuştur. Bölgede Moğol hakimiyeti başlamış ve Moğolların atadığı valilerce idare edilmiştir. Moğolların baskısı, Bizans saldırıları, siyasal suikastlar, doğal afetler ve salgın hastalıklar, Anadolu Selçuklu Devleti'nin çöküşünü hazırlamıştı. Anadolu Selçuklu Devletinin bu çöküş döneminde, uç bölgelerdeki Türkmen boyları bağımsızlıklarını ilan ederek Beylikler kurdular. 1277 Tarihinden sonra tahta çıkan Anadolu Selçuklu Sultanları görünüşte hüküm sürseler de, aslında yönetim ve egemenlik İlhanlılar'ın kontrolündeydi.
Hacı Bektaş Veli'nin, Aşıkpaşazade'nin Hatun Ana dediği (Velâyetnamede Kutlu Melek-Fatma Ana-Kadıncık Ana isimleri ile anılan), manevi bir kızı olduğunu; tasavvuf öğretisini ve kerametlerini ona emanet ettiğini; Hatun Ana'nın da bunları Abdal Musa'ya aktardığını, Aşıkpaşazade'den öğreniyoruz. Bu bilgiyi, Abdal Musa Velâyetnamesi de doğrulamaktadır. Bu bilgiler, o çağdaki aleviler arasında "kadının", erkek müridi olacak kadar, sosyal yaşamda etkin bir yerde olduğunu ortaya koymaktadır.
Hacı Bektaş Veli’nin çocuklarının olup olmadığı, Alevi ve Bektaşiler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Ortaya atılan farklı iki iddia vardır. Çelebiler, Hacı Bektaş Veli’nin Fatma Nuriye veya Kadıncık Ana (Kutlu Melek)'dan Seyyid Ali Sultan (Timurtaş) adlı bir çocuğun dünyaya geldiğini, kendilerinin de bu soydan olduklarını iddia etmektedirler. Babağan (Babalar) kolu ise, Hacı Bektaş Veli’nin mücerret kaldığını, dünyadan da mücerret olarak göçtüğünü iddia etmektedirler. Bu grup mensuplarına göre, bugün Hacı Bektaş Veli’nin evladı olarak bilinenler, Pir’in Kadıncık Ana’dan gelen nefes (yol) evladlarıdır.
Aşıkpaşazade'nin Vekayinâmesinde; Abdal Musa'nın, Kadıncık Ana'ın müridi ve Hacı Bektaş adını taşıyan Dervişler topluluğunun kurucusu olduğundan bahsedilmektedir. Hacı Bektaş Veli'den "el alan" ve "giz verilen ve yetiştirilen" Kadıncık Ana 1271'de ölen Hacı Bektaş Veli'nin öğretisini taşıma ve aktarma görevini üstlenir. Beylikler döneminde, "Dervişler Topluluğu", Hacı Bektaş Veli'nin öğretisini Anadolu'nun dört bir yanına yayar. Abdal Musa'nın Sulucakarahöyük'te, Bursa-Bergama-Denizli ve son olarakta Elmalı - Tekkeköy'deki yaşamını aktaran "Abdal Musa Velâyetnamesi" nin de Aşıkpaşazade'yi doğruladığı görülmektedir.
Hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te geçiren Hacı Bektaş Veli, ömrünü de burada tamamlamıştır. Mezarı, Nevşehir Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır.
Ertuğrul Bey'in 1281 yılında ölümü ile, Kayıların başına oğlu Osman Bey geçti. "Velâyetname" nin sonlarında aktarılan, Hacı Bektaş Veli’nin Osman Gazi’ye "Elifi Tac" giydirdiğine ilişkin söylence Osmanlı Hanedanlığına “kutsiyet” kazandırarak, halkın bağlılığını sağlama gayesi ile eklendiğini akla getirmektedir.
Osman Bey 1299 yılında bağımsızlığını ilan ederek Osmanlı Beyliği'ni kurdu. Osmanlı Devletinin genişleme döneminde, yeni fethedilen topraklara yerleşen ve yerleştikleri yerler kendilerine verilmiş olan Derviş'lere rastlıyoruz. Sultan tarafından tanınan ayrıcalıklı konum ve bazı vergilerden muaf tutulmaları, yerleşecekleri yerin fethine katılan "Derviş Gazileri" yaratmıştır. Hacı Bektaş Veli'nin halifesi durumundaki Abdal Musa'nın, evlatlığı Seyit Ali Sultan'ın, Geyikli Baba'nın ve diğer dervişlerin Osmanlıların hakimiyetlerini genişletmesinde; Bursa, Trakya ve Balkanların fethinde rol oynadıkları görülmektedir. Ama Abdal Musa, daha sonra bu ayrıcalıklı konumunu bırakarak, Bergama ve Denizli'ye, oradan da kendi tekkesini kurduğu Elmalı - Tekkeköy'e gitmiş; gittiği yörelerde Hacı Bektaş Veli'nin kutsanışını yaygınlaştırmıştır.
Yeniçeri Ocağının 1362’de I.Murat zamanında kurulduğu kabul edilmektedir. Osmanlı tarihi ve tarihi seyir incelendiğinde, Hacı Bektaş Veli'nin Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda doğrudan bir etkisinin olmadığı görülmektedir. Bu yıllarda Hacı Bektaş Veli yaşamamaktadır. Yeniçerilerin Hacı Bektaş Veli’yi "Pir" kabul etmeleri, Yeniçeri Ocağı ile Bektaşilik arasında ki bu bağın, Hristiyan devşirme genç askerlerin yetiştirilmesinde görev alan bir kısım Bektaşi Dervişleri vasıtası oluştuğu varsayımını akla getirmektedir. Hacı Bektaş Veli ile Yeniçeri Ocağının kuruluşunu ilişkilendiren Velâyetname'deki anlatımın, Anadolu ve Rumeli’de teşkilatlanmış, yaygın ve etkili Bektaşi tekkelerinin desteğini kazanmayı; Hacı Bektaş Veli’yi "Pir" sayan Yeniçerilerin hanedana bağlılıklarını pekiştirmeyi hedeflediğini de akla getirmektedir.
Tasavvuf yaklaşımı

Kendisinin yazdığı ya da yazdırdığı yapıtlardan sadece tam olarak Sadeddin Molla’nın türkçeleştirdiği Makalat elimizde bulunmaktadır. Hacı Bektaş h. 669/ m.1270-71 yılında ölünceye kadar Sulucakaraöyük'te yaşamış ve o devirdeki diğer tasavvuf çevreleriyle, bu arada özellikle Mevlana ve etrafındakilerle, Kırşehir'deki Ahi Evran'la da bazı ilişkileri bulunduğunu, Velâyetname ve Menfikıbu’l-Arifin birbirini tamamlamak suretiyle gösteriyor.

Hacı Bektaş'ın Baba İlyas'ın yanına gelip, Babailiğe yaklaşmadan evvel, Yesevi geleneğini koruyan Haydarî tarikatına mensup olduğunu, Baba İlyas'ın çevresine katıldıktan sonra aynı zamanda kendi mensubiyetini koruduğunu ama Vefailiği de benimsediğini söyleyebiliriz. Bu inançsal düşünce zenginliğinin bulunduğu devirde birbirine çok yakın olan bu tarikatlarda birinde diğerine geçme olağan bir şeydi. Bektaşilik tarikatında Yesevi ananelerinin neden yaşamağa devam ettiğini, hatta Velâyetname'nin yazıldığı çağa kadar bu geleneğin varlığını neden sürdürdüğünü ancak bu şekilde açıklayabiliriz.
Velâyetname'nin önümüze koyduğu sorunlardan bir başkası da, Hacı Bektaş'ın Haydari geleneklerine de bağlanmış olmasıdır. Çünkü Velâyetname'de bir de Kutbeddin Haydar'dan bahsedilmekte ve bu zat Ahmed-i Yesevi'nin nefes evladı yapılmaktadır. Bilindiği gibi Haydarilik, Yesevilik tarikatı ile Kalenderî geleneklerinin birleştirilmesi suretiyle Kutbeddin Haydar tarafından XII. yüzyıl sonlarında İran'da kurulmuş heterodoks bir Türk tarikatıdır. İşte bir yandan bu husus, öte yandan Velayetname'de Hacı Bektaş'ı bir Haydari dervişi şeklinde tasvir eden satırlar, Hacı Bektaş'ın bir Haydari şeyhi olduğunu gösteriyor. Kısaca bu durumda Hacı Bektaş'ın tasavvufi kimliği Anadolu'ya bir Haydari dervişi olarak gelip bir Vefai şeyhi olan Baba İlyas'a katılmış, onun halifeliği mevkiine yükselerek bu kimliğiyle Sulucakaraöyük'e gelip yerleşmiştir. Gerek Baba İlyas'a katılması, gerekse isyana katılmasa bile Babai ortamına mensup bulunması, onu aynı zamanda bir Babai şeyhi olarak da düşünmemizi gerektiren bir sebeptir. Hacı Bektaş'ın mistik şahsiyetini incelerken başta Aşıkpaşazade olmak üzere kaynaklar kendisini "meczup" bir derviş şeklinde vasıflandırdığını görüyoruz. Aşıkpaşazade Hacı Bektaş'ın ne bir şeyh olacak, ne de bir tarikat kuracak durumda olduğunu, kendini bilemeyecek kadar cezbe sahibi bulunduğunu yazar. Bu bilgileri kabullenmek zordur. Zira Hacı Bektaş'ın Baba İlyas ile münasebetleri ve Sulucakarahöyük'teki faaliyetleri, söylendiği gibi kendinden tamamen habersiz bir “meczup” olarak görmemizi zorlaştırıyor. Bununla beraber, onun dini ilimlerde derinleşmiş, tasavvufun yüksek seviyesine ulaşmış alim, mutasavvıf bir şahsiyet olduğunu ileri sürmek de, kendinden habersiz bir meczup gözüyle bakmak kadar aşırı bir yaklaşımdır. Makalat’ın gerçekten Hacı Bektaş tarafından yazıldığının henüz ispat edilememiş olması bir yana, bu ispat edilmiş olsa bile, bir kere bu eserin, tasavvuf edebiyatındaki bir çok benzeri gibi, müridlere basit seviyede tasavvufu öğretmek için yazılmış bir el kitabı olduğunu anlamak son derece kolaydır. Hacı Bektaş'ın Oniki İmam Şiiliği'ne dayalı bir din ve tasavvuf anlayışına bağlı bulunduğunu ileri sürmekte yanlış olur. Yalnızca Velâyetname'deki Hacı Bektaş'ın Oniki İmam soyundan geldiğine dair bölüme dayanarak onu bir Şii mutasavvuf kabul etmenin de tarihsel bir dayanağı yoktur. Çünkü bu hususu teyid edecek hiç bir delil gösterilemiyeceği gibi, Hacı Bektaş'ın yaşadığı devirde Anadolu'da Oniki İmam Şiiliği'nin mevcudiyetini ortaya koyacak herhangi bir tarihi veriye rastlanmamıştır. Muhtemelen bu tür yorumlar, Bektaşilik tarikatının XVI. yüzyılda fiilen teşekkülü sırasındaki Şii etkilere bakılarak yapılmış olmalıdır. Büyük olasılıkla Hacı Bektaş da tıpkı şeyhi Baba İlyas gibi, daha çok İslam öncesi eski Türk inançlanyla yorumlanmış bir Alevi İslam anlayışını müridlerine öğretmekteydi. Nitekim kendisinin çağdaşı olan Mevlana'nın bu yüzden ona pek de iyi gözle bakmadığını Menakıbu’l-Arifin bize göstermektedir.

Hacı Bektaş Veli’nin “Makalat” adlı erkânnamesi Ahmet Yesevi’nin “Fakrname”sine çok yakın, 4 kapı, kırk makam eğitimini zenginleştirdiği eseridir. Makâlât’ı, Hacı Bektaş’ın bizzat kendisi mi Arapça yazmıştır, yoksa kendisinden edinilen ve öğrenilen bilgiler, biri tarafından mı Arapça kitap haline sokulmuştur? Kesin bilinmemektedir. Ayrıca Hacı Bektaş’ın dervişleriyle konuşmalarını, bazı öğütleri ölümünden sonra toplanıp yazıldığı ve bunun Farsça’ya çevrilerek, bir müstensihin farklı konuları ve değişik yazarların risalelerini topladığı elyazması Mecmua’nın içinde Fevaid (Öğütler) adıyla yayınladığı bilinmektedir. Büyük olasılıkla Arapça bilen Sünni din bilginleri ve Medrese mollaları arasında okunması ve batıni inanç ve düşüncelerin tanıtılması, propagandası için hazırlanmış olması mümkün. İçerikleri Şeriat ögeleriyle donatılmış ve hiçbir biçimde ilişkisi olmadığı kişilerin adları bulunan “Besmele’nin Şerhi” ve “Makâlât’ı Gaybiyye Kelimat-ı Ayniyye”(Gizli sözler, açık sözcükler) isimli kitaplar bütünüyle Hacı Bektaş Veli’ye ait olması olasılık dışıdır; yazıcı-müstensih tarafından Makâlât tahrif edilmiştir. Tahrif edilmesine rağmen Makâlât’ın Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğunun çok yeni ve doğrulayıcı kanıtları var. 14.yüzyılın sonunda yazılmış Sâdık Abdâl Divânı’nın günümüze ulaşmış nüshasında Makâlât’ın tanım ve içeriğine ilişkin beyitlerde şunları okuyoruz:

“Onun(Hacı Bektaş’ın) ayin ve erkânı benzersiz nurdan delildir. Tanrıya kavuşmanın rehberi onun işareti olan Makâlât’tır. Ve ondaki nur açıkça cümleye yolgöstericidir. Makâlât’ta Tanrının varlıklarla bir olduğu (ilâh-ı vâhid-i mevcud) dolaylı olarak anlatılmıştır. Onu okuyan olgunlaşır, kemal ehli olur ve kendilerine yardım ulaşır. Hacı Bektaş’ın en kutsal sözleri Makâlât-ı Şerif’tedir. Kelimeleri öyle güçlüdür ki, her birinde bin hikmet (bilgelik) vardır. Onun erkân olarak buyurduğu ilkeler aynısıyla Hakk’ın sözleridir. O erkânı yürütmede ehil olanlar bilsin ki, şerefli ve yücedir. Bize Pir’imizin o Makâlât’ı yeter!”.

Makâlât’ta, esas olarak şeriat, tarikat, marifet ve hakikat adlarıyla dört kapı ve onardan kırk makamının açıklanması; Alevi-Bektaşi inancının felsefesi ve yol ilkeleri yer almakla birlikte, mantık ve maddi dünyaya dönük yaşam felsefesiyle birlikte, yazıldığı çağın bilim anlayışı üzerinde bilgiler de bulunmaktadır. Hacı Bektaş Veli Makalat’ında, insan olmak, kendini tanımak için sadece şeriatın yetmediğini, inancı tamamlamak ve “Hak ile hak olmak, onunla birleşmek için” tarikat, marifet ve hakikat kapılarını da geçmek gerektiğini anlatmıştır: “İnsandan ulusu yoktur...Arifler marifet tahtı üzerinde oturur. Tanrıyla söyleşirler, konuşurlar. Ali’ye sordular, ‘Tanrı’ya, görürmüsün ki taparsın?’ Ali eder: ‘Görmesem tapmaz idim” diyor. Bu anlayış Sünniliğe sığar mı ki, Makâlât’ı şeriat kitabı olarak görebiliyorlar?
“…Akıldan yararlanmasını bilen için gizli birşey yoktur. Bilim evrenin tüm değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır..” Akıl ve bilim hakkında söylediği bu türden sözlerin sünni şeriat dogmalarıyla hiçbir ilgisi yoktur.
Ayrıca “Makalat”ta Hacı Bektaş kendisine bağlı olanların ibadetlerini de gösteriyor, sonunu da “…Ve insanoğlu için en önemli ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir.” diye bağlıyor.
Gönlü Kabe’ye benzeten Hacı Bektaş Veli, “Kabe’de ihram giymek demek, hakkı batıldan seçmektir. Ve hem yoldan taş arıtmak, Kabe’de Arafatta taş atmaya, kendi nefsini (kötü) heveslerini depelemek ise Kabe’de kurban kesmeğe benzer”diyor. Bu ifadeler, Sünni İslamın Hac şartını yoksaymaktır, reddidir. Arafatta şeytan taşlayacağına, yoldaki taşları temizle; hem sen hem başkaları rahat yürürsünüz., anlamına gelir. Hacı Bektaş’ın önderliğini yaptığı, kendi fadesiyle “Marifet ve Hakikat makamlarının” ehli olan “arifler ve muhibler zümresidir”, yani batıni Alevi inançlılardır.
«Makalat»taki tahrifatlardan üç örnek:
1- 1314 tarihli Arapça nüshada “Hakikat’in beşinci makamı, konuğa ikramda bulunmaktır”diye yazmış müstensih Fakih b. Hasan. Bu kişi, Hakikat Kapısı’nın beşinci makamını, eğitimini aldığı ve bağlı bulunduğu Şeriat’a, zahiri İslami ilimlere tamamyla aykırı bulduğundan, böylesine anlamsız bir biçimde ve sorumsuzca değiştirmiştir. Saa’deddin çevirilerinde Hakikat’ın “beşinci makâmı mülk ıssına yüz sürüb yüzsuyun hâsıl kılmakdur. Zirâ kim vahdet dahi andadur, vahdet evindedir./21b/” biçiminde verilir. Bu cümlenin bâtıni tasavvufta anlamı derindir: Evrenin sahibine, yani Tanrı’nın huzuruna varıp, Kaygusuz Abdal’ın ‘Veliler, araya Cebrail’i koymadan Tanrı ile yüzyüze sohbet ederler’dediği gibi, O’na yüzünü sürmek, sohbete oturmaktır . Bu makamda muhib, birlik (vahdet) evindedir; Tanrısal birliği yaşamaya başlar, O’nda yokolup tanrıyla bütünleşmiştir artık.
2- Şeriat kapısının on makamını sıralarken, Sünni İslamın beş şartını birer makam olarak değiştirip onbeşe çıkarmış Fakih bin Hasan. Oysa Sa’adeddin çevirisinde bunlar sadece bir makam olarak gösterilmiştir. Ayrıca yukarıda verdiğimiz Hacı Bektaş’ın Şeriat ehli için söylemiş olduğu sözler atılmıştır.
3- “ Soru: Sevenler (muhipler), Yüce Tanrı’yı nasıl tanıdı? Cevap: Bazılarına göre, [108b]O’nun özellikleri ve nitelikleri yoktur. O’nun anlatımıyla O’nu tanıdılar.” Bu, şeriat ehli Uzun Fakih’in kendi yanıtı. Saa’deddin çevirisindeki bâtıni yanıt şöyledir: “/9a/eger muhibbe sorurlarsa kim Tengri nite (nice, nasıl) bildün? dirlerse pes muhibler cevab virürler kim Tengri’yi kendümüzden bildük ve hem kendümüzü Çalap Teâlâ ile bildük dirler.”

Özet olarak:
Hararet nardadır, sac'da değildir,
Keramet baştadır, tac'da değildir,
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir.
…..diyen Hacı Bektaş Veli, her şeyi insanda arayan; Hakk’ı kendi özünde, kendi özünü Hakk’ta bulan anlayışıyla, barışı, sevgiyi ve bilimi kendisine rehber kılmıştır. Hacı Bektaş Veli’ye duyulan ilgi, saygı ve sevgi, Alevi-Bektaşi öğretisinin temelini oluşturan İnsan-Tanrı-Doğa sevgisine dayanan hümanist yaşam felsefesi ve öğretisinden kaynaklanmaktadır. O'nun anlayışında dinin kaynağı tanrı korkusuna değil, tanrı sevgisine dayanır.

Hacı Bektaş Veli, aleviliğin içinden çıkmış ve yüzyıllar sonra tarihî süreç içinde bazı düşünceleri Bektaşi tarikatı şeklini almıştır. Hacı Bektaş Veli genellikle Bektaşilikten ve Bektaşiler'den ayrı ele alınıp incelenmelidir ve incelenmiştir de. Bunun sebebi herhalde, XV. Yüzyıl sonlarına gelinceye kadar Hacı Bektaş'ın bir veli sıfatıyla halk hafızasına mal olması ve Bektaşî tarikatının Hacı Bektaş ile ilgisinin bulunamayacağı düşüncesi olmalıdır. Onun öğretisini devam ettiren, Yeniçeriliğin kuruluşuna adı karışmış, Kadıncık Ana’nın müridi Abdal Musa (Musa Baba) bu yaklaşımı teyid ediyor (ayrıntılar için bak Ahmet Yaşar Oçak “Babaî İsyanı). Bektaşilik, 16.yüzyılın başında Balım Sultan tarafından Haydariliğin içinden ayrılmak suretiyle Hacı Bektaş Veli adına kurulmuştur. (Bak: İlerideki Bektaşî maddesi)

g- Anadolu’da XIII- XV ci yüzyıllar arasında mutasavvuflar 2

Hacı Bektaş Veli, akıl ve ilim

Akıl ve bilim hakkında söylediği şu sözlere bakınız :

"Akıl, başta sultandır. Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli birşey yoktur. Çünkü herşeyi bilen ve buyuran akıldır. Herşeyin büyüğü bilim ve hilim (yumuşaklık). Akıldan yararlanmasını bilen için gizli birşey yoktur. Bilim evrenin tüm değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Bilimle araştırmalı, izlemeli gözlemeli. Yolumuz bilim ve irfan sevgisi üzerine kuruludur…"

Hacı Bektaş’ın Makalat‘ta geçen bu sözlerinin şeriat dogmalarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca kendisine bağlı olanların ibadetlerini de gösteriyor:

"…Amma, muhiblerin (sevgiyi din bilen Alevilerin) taatı münacaattır (dua etmektir), seyirdir (Hakka doğru yolculuk), müşahededir (Hakkı gözleme), arzularına ermektir. Ve Çalap Tanrıyı bulmaktır. Ve kendulerin yavu kılmaktır (Tanrıyla birleşip kendini yitirmek)… Ve halleri birüküb bir olmaktır (Tanrıyla bir olmak, tanrılaşmaktır). Bunların dahi hemandır (Bunlarda da ancak bu inanç-ibadet vardır)…Eger muhiblere sorsalarkim, Tanrıyı nice bildiniz. Pes, muhibler cevap verelerkim, kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrıdan bildik (kendi özümüzde Tanrıyı, Tanrıda da kendimizi bildik, onunla bütünleştik)… Ve insanoğlu için en önemli ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir" (Makalat, s.32, 36, 73).

Aleviliğe, Bektaşiliğe, Nakşibendilik, Kadirilik vb. gibi bir tarikat diyenler, görmüyorlar mı ki Makalat‘ta tarikat sadece on makamı bulunan bir kapıdır. Sünnilikte tarikat son kapıdır ve o kapıdan öteye geçemezler. Geçen dinden çıkar, Tanrıya şirk koştuğuna inanılır. Çünkü ötede ‘ben’ yoktur, ‘biz’ vardır; daha da ötede, yani Hakikat kapısında ‘ben ve biz’ de yoktur, ‘sen’ diye hitabettikleri ‘O’ vardır ve O’nunla birleşilir (Theosis=Tanrılaşma). Hacı Bektaş’ın yukarıda söylediklerine Sünni inancı için dinsizlik demektedir, çünkü kendisine aykırıdır. Oysa Alevi inancı budur.

Gönlü Kabe’ye benzeten Hacı Bektaş Veli, ""Kabe’de ihram giymek, hakkı batıldan seçmektir" diyor Hacı Bektaş Veli; "Ve hem yoldan taş arıtmak, Kabe’de Arafatta taş atmaya, kendi nefsini (kötü) heveslerini depelemek ise Kabe’de kurban kesmeğe benzer " diyor. (agy, s.75) Bu ifadeler, Sünni İslamın Hac şartının reddidir: Hacca gidip Kabede ihram giyeceğine araştırarak doğruyu bul; Arafatta şeytan taşlayacağına, yoldaki taşları temizle; hem sen hem başkaları rahat yürürsünüz. Orada kurban keseceğine, kötü huylarından bencillikten vazgeç; kibrini gururunu kır!
Bir batıni velisi olan Hacı Bektaş’ın Makalat‘ta Sünniliğe bu denli aykırı şeyler söylediği ortada iken, ona nasıl Sünni yakıştırması yapılabilir?

Hacı Bektaş Veli, Anadolu’da ki Topluluklar ve Siyaset

Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin Hristiyan keşişleriyle sıkı ilışkilerde bulunduğu, Vilayetname‘deki söylencelere yansımış ve keramet boyutları içerisinde verilmiştir. Bunların Hacı Bektaş’ın büyüklüğünü kabul etmiş ve onun müridi olarak iki inançlı yaşadıklarını, yani Hünkar’ın yolunu gizli olarak sürdürdüklerini öğreniyoruz. Ama bu, Hristiyanların, üstünlüğünü kabul ettiklerinden dolayı, İslam dinine döndükleri anlamına gelmemelidir. Ortodoks İslam ile Ortodoks Hrisiyanlık sürekli birbirlerine düşman, karşılıklı birbirlerinin inançlarını yadsıyan ve "dinsiz-kafirler" olarak niteleyen konumdaydılar. Bunlar yönetimlerin dinleri olduğundan, egemenlik alanlarını koruma, sağlama alma çıkarlarıyla doğrudan ilişkiliydi. Yönetimler, karşılıklı kabul, anlaşma ve uzlaşma dönemlerinde bile halkları, yani teb’alarını sürekli birbirine düşman tutmaya büyük özen göstermişlerdir. Buna karşılık heterodoks inançlar, daha çok kırsal halk yığınlarına özgü olduğundan ortak yanları çoktu. Öyle ki, bir Alevi-Bektaşi dervişiyle, yoksul bir manastır keşişinin yaşam görüşünü ve biçimini birbirinden ayırmak güçtür. Anadolu’da İslami halk tasavvufunu, Hacı Bektaş Veli ve onun Sulucakarahöyük’teki dergahına bağlı halife ve dervişleri temsil ettiği gibi, Hristiyanlık halk mistisizminin temsilcileri de bu manastır keşişleriydi. Kapadokya bölgesinde, Alevi inançlı Türkmenlerle, kent merkezlerinde yaşayan Bizanslıların küçümseyerek, Trogtlytai/Troglutai (toprak altındaki deliklerde yaşayanlar) diye adlandırdıkları bölge Hristiyanları içiçe yaşamaktaydılar. Hacı Bektaş Veli Dergahı herkese ve hangi din ve inanca mensub olursa olsun her insana açıktı. Onun Horasan’dan kalkıp ziyaretine gelen Kalenderi, Haydari konukları da vardır; her yıl düzenli olarak Dergaha gelip kurbanlarını keserek, Cem-cemaata katılan ve lokma yiyen Hristiyan köylülerinden müridleri de…Hacı Bektaş’ı Kapadokyalı Aziz Kharalambos’la aynılaştırıp, din değiştirmeden onun hoşgörüsüne sığınmış köylülere karşı, kentli Hristiyanlar ve manastır keşişleri gizli gizli haberleşerek duasıyla birlikte yardımlarını da alıyorlardı. Keramet öyküsünde Hacı Bektaş’a derviş olduğunu söyleyen Keşiş, çıkarcı ve hilekar derviş gibi bir müslüman olmaktansa Hristiyan kalmayı tercih ediyor. Çünkü Hünkar’ın Bizanslı Hristiyanlara yaklaşımı insancıldır; eşitlik ve sevgi yüklüdür davranışları. O İsa’yı da, Muhammed’den aşağı görmemektedir. Hünkar Hacı Bektaş Fevaid adlı yapıtında İsa peygamberden şu sözleri nakleder: "…Ve dört şeydir ki insanı Hakk’a eriştirir: Büyüklerle oturmak, akıllı kişilere danışmak, kısmetsiz kişilerden (çalışmayan, kendine bile yararı olmayanlardan) sakınmak, münzevilerden (köşesine çekilmiş sadece ibadetle uğraşanlar) yardım istemek." ( Hacı Bektaş Veli, Fevaid ,Haz.Mehmet Yaman, s.51) Hacı Bektaş, Vilayetname‘deki söylencelerden anlaşıldığı üzere, gerçekten bu dört ilkeyi aynısıyla uygulamıştır Hristiyanlarla ilişkilerinde: Büyükleriyle oturup sohbet etmiş. Akıllılarına danışmış; düşünce alışverişinde bulunmuş. Kendine yararı olmayan, yani çalışıp da kısmetini ele geçiremiyenlerinden, tembellerinden uzaklaşmış. Ama asıl yoksul Hristiyan halkla karşılıklı yardımlaşmalarını sürdürmüştür.
1260’larda Hacı Bektaş Sulucakarahöyük’ü, Alevi-Bektaşi inancının merkezi yapmasının ötesinde, burada çağının, her türlü bilim ve felsefe yeniliklerine açık, kültür ve siyaset üretilen sosyo-politik merkezinin temellerini atmıştır. Kendisine bağlı Alevi Türkmenleriyle, Babai ayaklanmasının bastırılması sırasında zindanlara atılmış Babai Türkmenleri salıverdiği bilinen ve Moğollara ve onlarla işbirliği yapan kardeşlerine karşı mücadelede İzzeddin II. Keykavus’u desteklemişlerdi. Hacı Bektaş’ın bilgisi ve olasılıkla Sulucakarahöyük’deki Dergah’ta alınan kararlar doğrultusunda 1262 yılında, başında Hacı Bektaş’ın halifelerinden Saru Saltuk’un bulunduğu 12 bin kişilik Alevi Türkmen gücü bu desteği gerçekleştirdi (İsmail Kaygusuz, Alevilik İnanç, Kültür,Siyaset Tarihi Ve Uluları I, Alev Yayınları, İstanbul-1995, s.115-118). Daha sonra Saru Saltuk Dede ise 12 bin kişilik Türkmen gücünün başında, Bizans imparatoru Mikhael VIII. Palaiologos’a savaşçı asker kiralayarak, karşılığında Balkanlar’da yerleşmek üzere yola çıkmadan önce kuşkusuz Pir’inden "destur" almıştı.
Hacı Bektaş Veli, kurduğu Dergah’ta dünyadan elini eteğini çekmiş bir ermiş derviş gibi yaşamıyor. Ülke siyasetinin tamamıyla içindedir; Karaman, Çepni, Ağaçeri, Bayad, Döger vb. heterodoks İslam (Alevi) inançlı diğer Türkmen gruplarının, (Ali donunda düyaya geldiğine inanılan) manevi önderleri olarak, tüm eylem ve hareketleri onun bilgisi çerçevesinde yapılmaktadır. Anadolu son yurtlarıdır; gidecekleri başka yer yoktur. 1200’ün ilk on yıllarından beri, yarım yüzyıldır peşlerini bırakmayan Moğol felaketini canları pahasına yok etmeleri gerekiyordu. Bu da ancak merkezi güçlü bir devletin varlığıyla gerçekleşebilirdi. Birlik ve beraberlik içinde hareket etmenin zamanıydı. Hacı Bektaş Veli, "bir olalım, iri olalım, diri olalım" sözünü boşuna söylememişti. Selçuklu Devletinin, Sultan Alaaddin Keykubat I (1220-37) dönemi güçlü merkezi yönetiminin ve Türkmenleri sayısız vakıf topraklarıyla yerleştirme politikasının (Uç’lara yerleştirip merkezi güvenceye almış da olsa) anıları onların arasında hep yaşıyordu. Onun içindir ki, Menakıbname‘lerde, veli söylencelerinde geçen tüm Selçuklu sultanlarının büyük çoğunluğunun adı Sultan Alaaddin’dir. Görüldüğü gibi, Vilayetname‘ye göre Kırşehir emiri Nureddin Caca’yı zındana gönderen de odur. Demek ki, Türkmenler İzzeddin II. Keykavus’u, Alaaddin’le eşleştirmiş ve onun Moğol istilasından ülkeyi kurtarma siyasetiyle özdeşleşmişlerdi. Moğol işbirlikçilerinin, İzzeddin için kadın düşkünü, ahlaksız, şarapçı bir Hristiyan yeğeni propagandaları onları etkilemiyordu. Oysa büyük Sultan Alaadin’in de babannesi Hristiyandı ve on bir yılı Bizans başkentinde geçmişti.
Herşeye rağmen Vilayetname‘de anlatılanları bir tarihsel bilgi olarak da ele almak ve araştırmak gerekli. Bu da bize gösteriyor ki, Hacı Bektaş Veli, dünyadan elini eteğini çekmiş bir ermiş derviş değil yaşadığı zamanın ve olayların içinde siyasi mudahaleleri olan bir mutasavvıf.
Hacı Bektaş’ı sakalı-bıyığı ve tırnaklarının uzunluğu ve namaz kılmamasına Hünkâr, sakal-bıyık ve tırnak sorgulamasında, “şahin perçemsiz, pençesiz olmaz!” derken güvercin değil, korkusuz bir şahin olduğunu ortaya koyuyor. Şeriata uyup, abdest alıp namaz kılması istendiğinde, kendisine verilen abdest suyunu kan olarak nitelemiştir.

g- Anadolu’da XIII- XV ci yüzyıllar arasında mutasavvuflar 3

Hacı Bektaş ve Mevlana

Vilayetname’den 125 yıl kadar önce yazılmış olan Ahmet Eflaki’nin kitabında Hacı Bektaş’ın suyu kana çevirmesi (kerameti) olayının geçmesi elbetteki önemlidir ve çok şeyler açıklamaktadır. Ama ilginç olan, bu Mevlevi yazarın kitabında, Vilayetname'de yeteri kadar açık olduğu üzere, Nureddin Caca, Hacı Bektaş’a gözdağı vermek ya da onu cezalandırmak için Sulucakarahüyük’e gitmemiş; tam tersine onun hizmetine gittiğinden söz edilmektedir:

“Pervane’nin yar-ı gar’ı (mağara arkadaşı)ve naibi, Kırşehir vilayetinin emiri ve Mevlâna’nın candan müridi Caca’nın oğlu emir Nureddin, birgün Mevlâna hazretlerinin yanında, Hacı Bektaş-ı Horasani’nin kerametlerinden bahsediyordu: ‘Bir gün Hacı Bektaş’ın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona mutlaka namaz kılması gerektiğine dair ısrarda bulundum. O: ‘git su getir de abdest alayım, taharetleneyim’ diye buyurdu. Testiyi kendi elimle doldurup onun önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve ‘dök!’dedi. Onun eline su döktüğüm vakit, berrak suyun kan olduğunu gördüm. Bu durum karşısında şaşakaldım.’ Mevlâna Hazretleri: ‘Keşke kanı su yapsaydı; çünkü temiz suyu kirletmek o kadar büyük hüner değildir… (Ama) bu kişide o güç yoktur. Buna israfın değiştirilmesi derler ki, Kuran’da: ‘Şüphesiz israf edenler şeytanın kardeşleridir.’(Kur’an, XVII, 27) buyrulmuştur. Has tebdil (değişim) senin şarabının sirke olması ve güç sorununun çözülmesidir. Senin alçak bakırın saf altın olur, kafir nefsin islam olur…’ Hemen o anda Nureddin baş koyup, Hacı Bektaş’a gösterdiği istekten vazgeçti. Şiir: İnsan yüzlü birçok iblisler olduğundan, her ele el vermek doğru değildir.” ( Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, Çev. Tahsin.Yazıcı, s.345, Hikaye.476)

Mevlâna Celaleddin’in Hacı Bektaş’a karşı bu kadar nefret ve düşmanlığı nereden kaynaklanıyordu? Kur’an’dan 17.surenin 26.ayetini (“Bir de akrabaya, yoksula yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma”) tamamlayan 27. ayeti (“Zira böylesine israfta bulunanlar şeytanların dostları, kardeşleridir”) ilgisiz bir biçimde, Caca’nın anlattıklarına kanıt göstererek, Hacı Bektaş’a şeytanın kardeşi demesi ve onu insan yüzlü iblislerden sayması nasıl bir kine dayanıyordu? Acaba Caca’nın Hacı Bektaş’a yakınlaşmasıyla onu kaybetmesinden mi korkuyordu? Mevlâna Celaleddin, hiç sevmediği ve hor gördüğü konar-göçer ve yerleşik geniş Alevi Türkmen grupları tarafından desteklenen ve eski düşmanları Moğol istilacılarına karşı çıkmaya zorlanan İzzeddin II. Keykavus'u tutmuyordu. Çünkü ona göre Mogollar, Muhammed’in şeriatını yerine getirmeyen bu heterodoks inançlı (Alevi) Türkmenleri cezalandırmak için Tanrı tarafından gönderilmişti. Annesi Hristiyan olan İzzeddin Keykavus’un da, bu çevreye göre İslam şeriatıyla ilişkisi yoktu; şarap ve eğlence meclislerinin adamıydı!

Hacı Bektaş’ın Mevlana’ya Şeyh İshak adlı bir dervişini de gönderdiğini biliyoruz. Mevlevi olan Ahmet Eflaki, Hacı Bektaş’ın bu dervişini göndererek Mevlana’ya, "Ne iştesin, ne istiyorsun? Dünyada kopardığın bu kıyamet nedir? Eğer aradığını buldunsa sus, bulmadınsa saldığın bu gürültü nedir? Kendini insanoğullarının en beğenileni yaptın. Halkın bu kadar evini barkını yıktın… nedir bu hal?" diye sordurttuğunu yazıyor. Eflaki, Mevlana’nın ününün büyümesi ve herkesin ona mürit olması yüzünden kıskanıldığı ve aleyhine söylenen sözler ve nüktelerle eleştirildiğini söylüyor. Ona göre Hacı Bektaş da Mevlana’yı kıskandığı için böyle davranmış. Mevlana da ona şiirle karşılık vermiş:

"Başımızı ayak yapıp Ceyhun tarafına doğru koşuverdik/ Biz dünyayı birbirine kattık ve sonra oradan fırlayıp çıktık…/Biz Mecnun’un sınırını da aştık…"

Kuşkusuz Hacı Bektaş bunları sordurmak için dervişi İshak’ı göndermemişti. Mevlana’nın biraz Konya’nın, kentin dışına çıkıp, ezilen, baskı gören halkın arasına girmesini istiyordu. Ama, onun yüzü Ceyhun’a, Ceyhun’dan gelenlere (Moğollara) dönüktü; aşktan-meşkten başını kaldırıp, avama (halka) bakacak hali yoktu. Mevlana asıl karşılığı, Şeyh İshak’la konuşurken aynı anda Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş’a görünüp(!), boğazına sarılarak veriyor. Eflaki bu kerameti şöyle anlatıyor:

"Şeyh İshak…görüp işittiğini olduğu gibi anlatıp, bunları söylediği tarihi verince Hacı Bektaş: ‘Aynı günde Mevlana hazretleri kükreyen bir arslan gibi içeri girdi ve bana: ‘Ey kahpenin kardeşi! Bizim heyecanımız neşe ve aşktan geliyor, yanma ve aramaktan değil,’ deyip boğazımı sıktı. Öleceğimden korktum…’dedi." (Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s.285 Çev. Tahsin Yazıcı)

Görüldüğü gibi Mevlana Hacı Bektaş’ın elini değil, boğazını sıkmayı tercih ediyordu.
Vilayetname yazarı Uzun Firdevsi ise, Hacı Bektaş Veli’nin kendisine en yakın halifesi olan Saru İsmail’i Mevlana’ya gönderdiğini anlatıyor: Aynı zamanda ibriktarlık hizmeti gören Saru İsmail, su ısıtıp Hacı Bektaş’ın yıkanmasını ister. Hacı Bektaş, önce onun Konya’ya gidip, Mevlana’da bulunan bir kitabını alarak hemen gelmesini söyler. Saru İsmail, Hacı Bektaş’la aralarında geçeni ve kitabını istediğini anlatınca Mevlana:

"Hünkar Hacı Bektaş katına, her gün yedi deniz, sekiz ırmak uğrar. Onların suya girmeye ne ihtiyaçları var ki, böyle dedin, yıkanmaya davet ettin erenler? Kitaptan maksat işte sana verdiğim öğüttür"der. (Uzun Firdevsi, Menakıbname Haz. A.Gölpınarlı,, s. 48)

Menakıbname yazarlarının özelliğidir, herkes kendi velisinin üstünlüğünü öne çıkarır. Yoksa Mevlana’nın, Hacı Bektaş için bu övgüye kesinlikle dili varmaz, Yunus’un deyişiyle ‘yapası yoktur’. Ne de Ahmet Eflaki’nin aynı sayfada anlattığı gibi, mana aleminde Mevlana tarafından boğazı sıkılan (!) Hacı Bektaş da, "...şimdi ey dervişlerim, Mevlana’nın saltanat ve ululuğu, bizim tasavvurumuza ve benzetmelerimize sığmaz. O mana simgesinin fermanına itaattan başka bizim için yapılacak şey yoktur" demiştir.

Mevlâna Celaleddin, daha otuzlu yaşlarındayken büyük ün sahibi olmuştu. Ona batıni eğitimi vererek İsmaili yapma görevini üstlenmiş olan Şemseddin Tebrizi Konya'ya 1243 yılında geldi. Konya'da kaldığı üç yıl içinde Şems Mevlâna'yı istediği biçime sokmuş, değiştirmiştir. İlhan Başgöz Yunus Emre üzerinde yaptığı çalışmada
“Mevlâna... coşkun bir dervişe, Şems'e rastlıyor; onunla yedi gün halvet oluyor. Bu halvetten çıkan Mevlâna artık bambaşka bir Mevlâna'dır. Devrinin en büyük camilerinde ders veren, ayakkabılarını çıkarıp saray kadınlarıyla semah ettikten sonra, ayakkabılarını altınlı, elmaslı, pırlantalı küpe ve yüzüklerle dolu bulan, dinleyicileri beylerden ve sultanlardan oluşan Mevlâna tümden değişecektir. Dergâhının kapısını yoksullara ve kötü kadınlara açacak, kurulu düzenin hoş görmediği yerlerde semaha duracaktır. Mevlâna'yı karşı kültüre ve aykırı yola çeken Şems, bu nedenle öldürülecektir.” (İlhan Başgöz, Yunus Emre I, İstanbul-1999, s.49)

Elbette ki Mevlâna Şems ile halvette kaldığı bir hafta içinde değişmedi. Şems Konya'da kaldığı sürece 1247'de öldürülmesine dek, zorunlu geziye çıktığı bir yıl dört ay dışında, tüm zamanını verdiği batıni eğitimle Mevlâna'yı değiştirmekle geçirmişti. Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled, ‘İbtidaname’ adlı yapıtında Mevlâna ile Şems’in buluşmasını Musa Peygamber’le Hızır’ın buluşmasına benzetmekte. Ona göre Mevlâna Musa’yı, Şems de Hızır’ı temsil ediyordu. İşte bu buluşmayla Şems ile birlikte geçirdiği yıllar içinde Mevlâna, en insancıl, en güzel aşk ve güzellik şiirlerini, ayrıca en keskin batınilik içeren düzene aykırı söylemlerini yazıya geçirtmiştir. Bahaaddin Veled oğlu Celaleddin'i, Mevla-na (Farsçada Mevla-na 'Efendi-miz, Tanrı-mız' anlamlarına gelmektedir) yapan da bunlar olmuştur. Ancak yine İlhan Başgöz'ün kapalı olarak belirttiği gibi, Şems'in siyasi cinayete kurban gitmesinden bir süre sonra, Mevlâna'nın yine eski neşesine dönmüş ve egemen siyasetin bir parçası olmuş bulunduğunu görmekteyiz.
Mevlâna Celâleddin belki kişiliğiyle değil, ama kuşkusuz yapıtlarıyla bu yüceliğe layıktı.

Kısacası görülüyor ki, Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin Rumî'nin toplumsal ve siyasal konumları birbirinden farklı olduğu kadar da karşıt durumdadır. Birisi istilacı Mogollara karşı mücadele siyasetine girmiş bulunan ve onları Rum'dan (Anadolu) çıkarmaya çalışan İzzeddin II.Keykavus'un, diğeri ise Mogol korumaclığını yeğleyen, Cengiz oğullarının bir Uç beyliği ya da eyaleti olmayı kabul eden kardeşi Rükneddin Kılıcarslan'ın yandaşıydı. Selçuklu ve Mogol yöneticilerinin has adamı bir aristokrat mutassavvıfıydı

Hacı Bektaş Veli, Anadolu'da geniş çoğunluğu oluşturan köyler ve kasabalarda oturan ya da konar-göçer olarak en zor koşullar içinde yaşayan batıni inançlı, İslam heterodoksizmini benimsemiş, gayri-sünni, yani alevi Türkmen halkların tarihsel inanç önderi. Mevlâna ise, diliyle, kültürüyle, güzel konuşması ve tükenmez enerjisiyle döndüğü semahıyla, eşsiz yapıtlarıyla Konya'da yaşayan tüm aristokrat çevrenin ve orada yaşayan herkesin gözdesiydi. Dahası ona bir peygamber, Mesnevi'ye ise Kuran gibi bakıyorlardı. Sultanın ve Emirlerinin olduğu kadar, Mogol yüksek temsilcilerinin de yakın adamı olduğunu özel mektupları açıkça göstermektedir; bir işbirlikçi ve ezilen soyulan halk çoğunluğunun karşısındaydı.
Mevlâna'nın, babasından, diğer şeyhlerinden ve medreslerden aldığı eğitim, yetişme koşulları; sahip olduğu inanç ve yaşam biçimi ona bu seçimi yaptırdığı kesindir. Ancak şu gerçeği unutmayalım: Kim olursa olsun göklere yüceltilen tarihsel kişilerin yanlışlarını, hatalarını gizlemek, görmemezlikten gelmek,-hatta o kişilerin hata yapmayacaklarına inanmak- onlara en büyük kötülüğü yapmakla eşdeğerdir.

Son söz olarak Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin biribirine aykırı yaşamış, inançta birleşemedikleri gibi toplumsal ve siyasal yönden de biribirlerinin karşısındaydılar. Mevlâna'yı Hacı Bektaş Veli meşrebine sokmaya çalışanlar, Mevlevileri bir Alevi-Bektaşi inançlı topluluk olarak tanımlayanlar çok yanılmaktadır. Ancak Mevlâna ile Hacı Bektaş arasındaki bir ortak noktayı söyleyeyebiliriz: İkisi de büyük İsmaili Dai'si Şemseddin Muhammed Tebrizi'den feyz almış, ışıklanmıştır. Hacı Bektaş Kuhistan'dan (1224’den) beri bu güneşin (Şems'in) batıni ışığını yüreğinde ve kafasında sindirerek parlamış ve Türkmen halklarını aydınlatmış. Üç yıl içinde “ayağının bastığı yere ayağını değil, başını koyacak” kadar Şems'e tapan Mevlâna ise, o yokolunca içindeki güneşi (Şems'i) sindirememiş, söndürmüş. Konya'da loş bir ışığa bürünerek, kendi ekseni çevresinde dönmeyi seçmiştir....
g- Anadolu’da XIII- XV ci yüzyıllar arasında mutasavvuflar 4

Hacı Bektaş Veli’nin eserleri ve Hacı Bektaş Veli ile ilgili tarihi bilgiler aşağıdaki eserlerden faydalanılarak yazılmıştır:

- Hacı Bektaş Veli, Makalat, Haz. Sefer Aytekin, İst.1954,
- Hacı Bektaş Veli, Fevaid ,Haz.Mehmet Yaman,
- Hacı Bektaş-ı Veli, Vilayetname/Menakıb-ı Hünkar, Haz.A. Gölpınarlı, İnkılab Kitabevi: İstanbul, 1990,
- Hacı Bektaş Veli, Vilayetname /Menakıb-ı Haz. E.Korkmaz, Ant Yayınları: İstanbul, 1995, s.107-108)

- Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, Çev. Tahsin.Yazıcı,
- Uzun Firdevsi, Menakıbname Haz. A.Gölpınarlı,
- Dedebababa Bedri Noyan,Alevilik Bektaşilik Nedir? 2.Baskı, Ankara 1987
- Prof. Ahmet Yaşar Ocak, Babaî İsyanı
- İrene Melikoff Hacı Bektaş- Efsaneden Gerçeğe, 2.Baskı, Haziran 1999
- Baki Öz, Hacı Bektaş Veli’nin Yaşadığı Tarihsel Ortam,
- İsmail Kaygusuz, Hünkar Hacı Bektaş Veli, Alev Yayınları, İstanbul-1998
- İsmail Kaygusuz, Alevilik İnanç, Kültür,Siyaset Tarihi Ve Uluları I, Alev Yayınları, İstanbul-1995
- İsmail Kaygusuz, "Babailer ve Babai Ayaklanması", YOL Dergisi 7
- Hasan Şuşud, Fr. Çev. Charles Antoni, "Hacegan Hanedanı-Les Maitres de Sagesse de l’Asie Centrale-Orta Asya Bilgelik Üstatları", Le Soufism, la voie de l’Unité, Paris-1980, s.47-80)
- Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4.Basım, İstanbul-1985,
- Farhad Daftary, İsmailis, their history and doctrines,
- Osman Turan, Türkiye Selçukluları Resmi Vesikalar, Ankara, 1988, )
- Jean-Paul Roux, Çev. Lale Arslan, Orta Asya, Tarih ve Uygarlık, Kabalcı Yayınevi: İstanbul, 2001,
- G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi
- Prof. Dr. Fuad Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, 4.baskı, Ankara-1991,

- Mevlâna Celalettin Rumi (d. 1207-ö. 1273) Mevlana 9.yüzyıldan itibaren Belh şehri gibi ünlü mutasavvıflar yetiştiren büyük bir kültür ve bilim merkezinde doğmuş olmakla beraber esas tasavvufi şahsiyeti ve fikirleri Anadolu’da gelişmiştir. 1217’de babasıyla birlikte Anadolu'ya gelen Mevlana, Mağrip mektebinin ahlakçı, İran mektebinin coşku ve estetikçi yapısı bu dönemde Mevlana'yı belli ölçüde etkilemiştir. Bu etkiler Mevlana’da olumlu izler bıraktığı gibi bazı menfi etkilerde uyandırmış. Mevlana’nın hayatı boyunca bu akımlar ve temsilcileriyle rekabet içinde bulunduğu bilgisi kimi eserlerde geçer.

Muhyiddin Arabî ve Vahdeti Vücut mektebi, Mevlana’nın tasavvuf anlayışını çok etkilemiştir. Sadrettin Konevi sayesinde anlaşılabilir hale gelen vahdeti vücut felsefesi Anadolu’da gerek elit tabaka tasavvufunu, gerekse popüler tasavvufu derinden etkiledi.

Mevlana’yı etkileyen bir diğer akım ise Kübreviliktir. Temsilcilerinin başında bizzat Mevlana’nın babası Bahaedin Veled ve Necmeddin Daye geliyordu. Bu tarikat, züht anlayışı kuvvetli bir tasavvuf telakisine dayanmaktadır.Mevlana’yı etkileyen başka bir tarikat Melametilik ve Kalenderiliktir. Şemsi Tebriz’inin Mevlana’ya olan tesirleri tartışılmış ancak bu tesirin tek taraflı olmadığı anlaşılmıştır. Mevlana, Şemsi Tebrizi’deki dünyaya değer vermeme ve dünyanın peşinden kendini harab edercesine koşan insanlara karşı takındığı tavra hayrandır. Ama Mevlana bu tavrın bozulmuş şekli olan “popüler kalenderiliğe” karşıdır.

- Yunus Emre (1240 ? – 1321 ?):Yunus Emre 13.yüzyılın son yarısı ile 14.yüzyılın ilk çeyreği içinde yaşamış ve eser vermiş birisidir. Fuat Köprülü’ye göre Yunus Emre; Ahmet Yesevi mektebinin Anadolu’daki en önemli temsilcisidir. Yunus Emre’ye dair farklı yaklaşımların olduğunu belirten yazar, iki yaklaşım üzerinde durur:
1- Milliyetçi Yaklaşım: Fuat Köprülü’ye göre Yunus Emre, İslam sufiliğini Türk geleneksel kültür yapısına uygun olarak yeniden yorumlamış. Klasik tasavvufla Türk Halk İslam’ının belirli inanç motiflerinin sentezini gerçekleştirmiş. Türkçe, akıcı bir üslupla anlaşılması kolay bir tasavvufi terminoloji ile Türk halkına sunmuştur.
2- Hümanist Yaklaşım: Sabahattin Eyyüpoğlu’na göre ise Yunus Emre İslami kültürden çok, Eski Çağ Anadolu’sunun kültüründen beslenen, Türkiye halklarının ortak kültürünün bir ürünüdür. Bu akımın Yunus Emre’si, insanca bir sevgi ve coşku adamıdır. O bir Anadolu köylüsüdür. Bu topraklarda yaşamış bütün insanların sözcüsüdür. Bütün dindarlığına rağmen hiçbir dinin adamı değildir. Tersine bütün dinlerin ötesinde; kitapsız, tapınmasız, törensiz bir inancın adamıdır. Bu inancın tek kuralı sevgidir.(Sabahattin Eyüboğlu Yunus Emre, İstanbul 1976)

Yunus Emre’yi bugünkü anlam da Türklük şuuru ile hareket eden, yaşadığı İslami ortamı, Türklere mahsus bir İslam’ın ürünü olduğunun şuurunda olan ve buna göre tasavvuf sistemini ortaya koyan biri olarak düşünmek yanlıştır. Yunus Emre’yi en iyi ifade eden Fuat Köprülü onu “Sufi Şair” olarak ifade etmiştir. O yaşadığı dönemde İslami temele dayalı Türk halk sufiliğinin temel kavramlarını kullanmış sufi mektebinin güçlü bir mensubudur. Baba Taptuk, Yunus Emre’nin hayatını etkileyen en önemli kişidir. Bu kişi Melametiliğin Yunus Emre’yle tanışmasına vesile olmuştur. Yunus Emre, sırf sanat için şiir yazmamıştır. Şiir onların hayatına tasavvufla birlikte girmiştir.Yunus Emre’nin bir Melâmeti şeyhi olduğunun farkına varılmama sebebi, yeterince incelenmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. O divanının pek çok yerinde Melâmetilerin terimlerini ve fikirlerini kullanmıştır. Melametiliği temel özelliği azaptan korkulduğu için nafile ibadet etmek suretiyle Tanrının rahmetine layık olma, cehennemden kurtulup cennete girebilme ümidini Yunus Emre tam olarak benimsememiştir . Yunus Emre’ye göre; insanı eşrefi mahlûk olarak yaratan Tanrıyı ancak aşkla severek ve yalnızca onun sevgisini hissederek, arzularını ve dünyayı kınayarak mutluluğa ulaşılabilir. Melametilikteliğin ilahi aşkı gözleyebilmek ve bunları insanlara aşılamak için seyahat etme düşüncesi vardı. O da bu düşünceden dolayı ya tek başına ya da müritleriyle beraber sürekli gezmiştir.
Tasavvuf düşüncesi, İslâmiyet'ten sonra Araplar tarafından kurulan ilk Tekkeyle birlikte, İranlı ve Türk düşünürler tarafından geliştirilmiş, Eski Yunan düşüncesinden de yararlanarak tarihî süreç içinde şekillenmiştir.

- Şeyh Bedreddin Sîmâvî (d. 1359 - ö. 1420) Şeyh Bedrettin, Osmanlı’ya isyanı ile anılsa da din adamı olarak kendini tamamiyle Tasavvufa vermiş ve Tasavvuf yolunda, ibn Arabî’nin “Fusüs Al-Hikem” adlı eserine yaptığı izahlar kitabı, “Meserret'ül-Kulüb”u ve özellikle, onu dünyaya tanıtan, (Vâridât) adlı risalesi önemlidir
Şeyh Bedrettin'in “Varidat” adlı eserinde yazdığına göre:
- Varlık, Allah'tan ibarettir, ondan başka vücud yoktur. Bütün eşya ve fiillerin kendisinden çıktığı ve kendisinin bütün kemallerle vasıflanmış olduğu Mutlak Vücut'tan ibârettir. Mutlak Vücûd, fiil ve etki bakımından Tanrı'dır, Hâlıktır (Yaratan’dır); etkilenme ve fiil kabul etme bakımından da âlemdir, mahlûktur. Yani, Allah, etkileyen olarak “Halil” (samimi dost), etkilenen olarak ta Mahlüktur (halk olmuş,yaratılmış).
- Allah'ın, meydana çıkıp görünmesine, içtenden bir eğilimi vardır ve bu eğilim de “Muhabbet” ten ibârettir. -Tevhid üçtür:
a- İlmi Tevhid : Bu tevhid, kitaplardan öğrenilen tevhittir ki ilme mahsus yakin'e aittir.
b- Şuhadi Tevhid : Allah tarafından keşf ve ilham ile öğrenilen tevhittir ki ayn'a mahsus yakin'e aittir.
c-Zevki Tevhid : İnsanın, kendisinin bütün varlıktan ibaret olduğunu zevk ile algıladığı tevhittir ki Hak'ka mahsus yakin'e aittir.
- Alem, kadimdir. İlahi irade, ancak, bir şeyin kendi kabiliyetine bağlıdır; yoksa, ona hâkim değildir; yani, gerçi Allah dilediğini yapar, fakat, Allah, ancak yapılabilecek olanı diler.
-Ruh ve cisim aynı şeydir; aralarındaki ayrılık gerçek değil “itibarî”dir (hakiki değer değil kararlaştırılmış değerdir). Peygamber: "Ruhlarınız vücutlarınızdır ve vücutlarınız ruhlarınızdır" buyurmuştur.
- Kıyamet, Ahiret, Cennet, Cehennem meseleleri de halkın bildiği ve zan ettiği gibi değildir. Dünya ve Ahiret, Ruh ile Beden birbirine paraleldir ve ayni zamanda ezell ve ebedidir. Cisimsel Cennet, dünyadaki iyi şeylerden veya hazlardan ; Cehennem de dünyadaki kötü şeylerden veya kederlerden, ıztıraplardan ibârettir.

NOT: Önemli alıntılar yapılan referans kaynalar:
1- Prof. Dr. Cevit Sunar'ın “Tasavvuf Tarihi” Anadolu Aydınlanma Vakfı
2- Prof. Dr. Cevit Sunar “İslam Felsefesi Dersleri” Anadolu Aydınlanma Vakfı
3- Prof. Dr. Cevit Sunar “İmam Rabbanî-İbn Arabî Vahdeti Şuhûd-Vahdeti Vucûd Meselesi ” Anadolu Aydınlanma Vakfı
4- Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak'ın hazırladığı “Osmanlı toplumunda Tasavvuf ve Sufiler” Türk Tarih Kurumu)
5- Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak “Türk Sufiliğine Bakışlar” (İletişim
6- Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar” (Akçağ) 7- Prof.İrène Melikoff “Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe”