1- Tanrı inancı
ODTÜ Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasin Ceylan'dan derleme
Tanrı inancının mevcut olduğu kültürlerde, tarihsel süreç içerisinde, iki paralel gelişme olmuştur. Bir taraftan çok tanrılılıktan tek tanrılığa doğru bir değişim, diğer taraftan somut tanrı kavramından soyut tanrı kavramına doğru bir evrilme gerçekleşmiştir. Tek tanrıya inanma modeli en çok Sami ırkının dünya görüşlerinde rağbet görmüştür. Sami dinlerinin kutsal kitaplarına bakıldığında, Eski Ahit’ten Kuran’a kadar tek tanrı kavramında da bir değişmenin olduğu farkedilir. Tevrat’ta insanla sıkı ilişkiler içinde olan ve üst seviyede insani vasıflar taşıyan Tanrı, Yeni Ahit’te sadece İsa’nın şahsında beşeri vasıflar sergiler. Kuran’ın tanrı tarifinde ise O, tüm beşeri ve dünyevi özelliklerden arınmış, bütün somutların sebebi olmakla birlikte kendisi tamamen soyut olan bir yüce varlıktır.
Felsefe tarihi içerisinde, Tanrı’nın varlığı konusu, Doğal Teolojinin temel konusu olarak çeşitli evrelerden geçmiştir. Antik Felsefe’de kısmen mitolojik karakter taşıyan Tanrı veya tanrılar, Platon’da evrenin yaratıcısı Demiurge, Aristo’da ise İlk Sebep veya İlk Hareketi Veren varlık olarak karşımıza çıkar. Orta Çağ düşüncesinde, özgür felsefe yerine teoloji ağırlıklı düşünce tarzının egemen olduğu dönemde, dinlerin temel dogması olarak takdim edilen Tanrı inancının, inançtan bağımsız olarak, yalın akıl ile nasıl ispat edilebileceğinin sayısız temrinleri yapıldı. Bunun İslam kültüründeki adı Kelam, Hıristiyan kültüründeki adı ise Teolojidir. Dördüncü Miladi asır ile Ondördüncü Miladi asır arasındaki bin yıllık zaman içerisinde dönemin en yetenekli adamları, büyük bir sorunla uğraşmışlardır: İnanç sistemlerinin, yani dinlerin temel dogmalarını akli argümanlarla kanıtlamak. Elde ettikleri sonuç, Simya bilimiyle uğraşan Orta Çağ kimyagerlerinin bakırı altına çevirme çabalarından elde ettikleri sonuçla aynıdır. Yani büyük bir hiçtir. Hatta inançları fazla irdeleyip akli kriterleri ön plana çıkardıkları için inanan insana zarar vermişlerdir. Büyük bir delil ortaya koyalım derken büyük bir şüphenin oluşmasına sebep olmuşlardır. O zaman Tanrı yoktur denilebilir mi? Hayır. Çünkü Gazali’nin de dediği gibi “Delilin inkırazı ile medlul münkariz olmaz”. Yani kanıtın geçersiz olmasıyla kanıtlanan geçersiz olmaz. Peki Orta Çağın büyük dahilerinin Tanrı’yı ispat argümanlarını bir tarafa atınca, Tanrı’yı ispat adına elimizde ne kalıyor?
Tek Tanrı’ya inanan toplumlar olarak Tanrı inancının, düşünce ve eylemlerimizdeki yeri ve etkisi üzerinde duralım. Tahmin edilebileceği gibi, Tanrı’nın bizzat kendisi ile bizim onun hakkındaki bilgimiz örtüşemez. Çünkü, Tanrı her türlü insani tefekkür ve tahayyülün üstündedir. Kant’a göre bizim fiziksel nesneler hakkındaki bilgimiz bile o nesnelerin öz bilgileri değildir. Zihinsel yetilerimizin kapasitesi nispetinde eşya hakkında bilgi sahibi oluruz. Yani bilgilerimiz, nesnelerin mutlak değişmez bilgileri değil, bize göre şekillenmiş bilgilerdir.
Tanrının ne olduğu konusundaki bilgimiz, her zaman eksik olduğuna ve Tanrı’yı tüm mükemmelliğiyle yansıtmadığına göre o bilginin doğruluğundan şüphe etme hakkımız vardır. Nitekim, Semavi dinlerin önemli savlarından birisi, pagan kültürde Tanrı kavramının varolmakla birlikte bu kavramın gerekli şekilde inanç objesi olmadığı iddiasıdır. İslam dininde Tevhid inancının yüksek seviyede işlenmesi ve önemine dikkat çekilmesi, kendisinden önceki Tanrı inancını eksik ve uygun görmediğindendir. İslam dininin tarif ve tasvir ettiği Tanrı inancı, önceki inançları tashih ve bu alanda bir tekamül ise, acaba günümüzün bilim ve sosyal disiplinler alanındaki gelişmeler ışığında Tanrı inancını yeniden ele alabilir miyiz? Başka bir deyişle Tanrı hakkındaki beşeri bilgim (ki çoğu zaman bir inançtan ibarettir) daha iyi, daha doğru, daha uygun, biraz daha kapsamlı olabilir mi? Yine başka bir deyişle, doğa ve sosyal bilgide olduğu gibi inançta da bir gelişme veya evrim olabilir mi? Ancak bu soruyu Kelam kitaplarındaki klasik “iman artar veya eksilir mi?” sorusuyla karıştırmamak gerekir. Buradaki soru inancın miktarıyla değil onun kimyasıyla ilgilidir.
Tek Tanrılı Sami dinlerin ana teması olan, tarih yapan Tanrı, doğa ve insan yaşamına müdahale eden, ödüllendiren, cezalandıran, destekleyen, muhalif olan , öfkelenen ve seven Tanrı kavramının, son üçyüzyıl içerisinde, insanlık zihin yapısında meydana gelen değişmelere pek uygun düşmediğini iddia edebiliriz. Çünkü, varlık alanını özgürlük ve zorunluluk alanı diye ikiye ayırırsak, her iki alanda da “İlahi Kudreti” müdahil kabul etmek, güçlüklere yolaçacaktır.
Doğa kurallarının başlangıcı İlahi Kudrete bağlanabilirken bu kanunların seyrinde İlahi bir müdahale olamaz. Böyle bir varsayımın kabulü, evrendeki düzeni altüst eder. Bu sebeple halk dilinde kullanılan “işlerimi Allaha bıraktım” demek, “işlerimi, kuralları gözönünde tutup tedbir aldım” anlamını taşımıyorsa, “kuralları gözardı ettiğim için Tanrı’ya ters düştüm” anlamında algılamak gerekir.
Özgürlük alanında da Tanrı müdahil değildir. Tarihi biz insanlar yaparız. Hiç bir hadisede beşeri unsur dışında olağanüstü bir ögeye rastlanamaz. Tanrı’yı ilişkilerimizde fail olarak göstermek Tanrı’ya yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Doğa olayları nasıl bir zorunlu nedenselliğe bağlıysa, beşeri hadiseler de, özgürlükten doğan bir nedenselliğe bağlıdır. Doğa olaylarında Tanrıdan da gelse bir keyfilik olmadığı gibi, beşeri hadiseler alanında da, insan özgürlüğünü bozacak bir zorunluluk yoktur.
Durum böyle olunca, gerek doğa ile olan ilişkimizde ve gerekse insanın insan ile olan ilişkisinde Tanrısal bir ögenin varlığını savunmak, veya varolmasını temenni etmek, doğa kanunlarına ve bu kanunlara güvenerek elde ettiğimiz pozitif bilime, sorumluluk anlayışımıza ve bu temel üzerine kurulmuş hukuk disiplinine aykırıdır.
Müdahil Tanrı tezinin en problemli uzantısı “İlahi Adalet” konusudur. İnsanın hakketmediği kötülüklerden, “saf iyilik”ten (Hayr-ı Mahz) ibaret olan Tanrı’yı uzak tutmak için, gerek Hıristiyan ve gerekse Müslüman teologlar, zihinlerini çok zorlamışlardır. Hatta Aziz Augustine, kötülüğün aslında var olmadığını, sadece iyiliğin olmamasından kaynaklandığı gibi, aklın zor kabul edeceği türden bir doktrin ortaya atmıştır. Halbuki, “adalet” gibi insani bir kavramı, Tanrı’ya atfederek ve Tanrı’yı yaşamımızda aktif bir güç biçiminde göstererek, bu tür gereksiz güçlüklere saplanmışlardır.
Bilimsel bilgiden fazlaca etkilenmiş olan modern filozof, Tanrı kavramını pozitivist veya agnostik bir edayla gözardı edemez. Çünkü, Tanrı kavramı, her şeyden önce bir bütünlük ise, bu bütünlük, bize yabancı bir kavram değildir. Asırlar boyunca insanların Tanrı üzerine düşünmeleri de bu yüzdendir. İç bütünlük ve dış bütünlük, veya bireysel bütünlük ile evrensel bütünlük, hem varlık bilincimizin hem de bilgilerimize güvenimizin temel şartıdır. Bütünlük şartından yoksun bilinç, hem iç ahengi sağlayamaz, hem de dış algılamaları net elde edemez. Böyle olunca bütünlük kavramı ön plana çıkmış oluyor. Bu kavram pek açık seçik bir anlam vermemekle birlikte, içi gizlerle dolu Tanrı kavramından daha sade görünmektedir. O zaman, bütünlük konusunda ulaşacağımız bir aşama, Tanrı konusuna sıçramamıza bizi daha cesaretli kılacaktır. Bütünlüğü iç ve dış bütünlük olarak ikiye ayırmıştık. İç bütünlüğün analizi, bütün bilişsel ögelerin, rasyonel ve irrasyonel unsurların, tek tek tanıtımını ve birbirleriyle nasıl bir örgütlenme içine girdiklerinin açıklanmasını gerektirdiğinden, gayet zordur. Yüksek seviyede fenomenolojik dinginlik ister. Bu da pek kolay olmadığından, bundan vazgeçip, dış bütünlük ile Tanrı kavramı arasındaki ilişki üzerinde duralım. Dış bütünlükten kastımız teorik bilgi açısından evrenle ilgili ulaşılmış bütün bilgilerin organik bir kütle olarak değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmeden çıkacak kısmen epistemik ve kısmen egsiztansiyel izlenim, Tanrı hakkında düşünmenin en meşru zeminidir. Yoksa, Klasik Kozmoloji’de olduğu gibi evreni hem zaman hem de mekan bakımından sınırlı ve sonlu kabul ederek, bunun gerisinde bir güç telakki edip, ona Tanrı demek, sonuca ulaşmak için fazla acele etmek demektir. Biraz da işin kolayına kaçmaktır. Her şeyden önce evrenin sınırlarının olduğunu nereden biliyoruz? Bir başının bir de sonunun olduğuna dair güvenli bilgimiz var mıdır? Devamlı bir değişme içinde olduğu doğrudur, ancak ne zaman değişmeye başladı, bu değişme süreci ne zaman son bulacak, bunlar bizim için henüz bir bilgi değildir. Bu sebeple, sanki bu bilgilere sahipmişiz gibi, bu konularda hüküm vermek, önermelerin doğruluğundan emin olmadan sonuca varmak gibi bir mantık hatası yapmak demektir. O zaman evrenin sonsuzluğu, biz insanlar için sonu gelmeyecek bir bilgi ve düşünce alanıdır. Bu alanda kurulacak hipotezler (bilhassa astrofizikçilerin ortaya attığı teoriler) zaman içerisinde bilgiye dönüşebilirler. Bilgi temeline dayalı ileriye dönük umut dolu bilimsel stratejilerle, evren bütünlüğünün içini bilgiyle doldurarak, bilincimizi daha yetkin hale getirebiliriz. Bilgi ile doldurulmamış bütünlük tasavvuru, bizi sadece kolay ama sağlıksız sonuçlara götürür. Gelecek zaman içerisinde, evrenle ilgili bilgiler çok yüksek bir seviyeye gelince, bilinç, Tanrı konusunda ne düşünür? Aslında bu soru, binlerce yıl sonra yaşayacak olan ve dinamik insan aklını temsil edecek olan nesillere sorulacak bir sorudur. Cevabı ne olur bilemeyiz, ama herhalde daha yetkin bir konumda cevap vereceklerdir. Buna göre Tanrı’yı kavramak veya bilmek, bir nihai hedef olarak, insanlığın, tüm zamanlara yayılan bir misyonudur. Hegel’in Tin’i (Geist) gibi kollektif aklın mutlak bilgiye ulaşmak için yola koyulduğu bir serüvendir.
2- Dinsel etik
Dinler, tarih boyunca hep ahlaka sahip çıkmışlardır. Etik kurallarını Tanrı emri olarak takdim edip, pratik yaşamın bu kısmına ilahi bir boyut eklemişlerdir. Bu sayede etik erdemler, pratik örnekler biçiminde, yüzyıllarca, insanın daha güçlü irrasyonel yıkıcı aktivitesinden korunarak günümüze kadar gelebilmiştir.Ancak günümüzde, iki yüzyıllık eleştirel akıl felsefesinin etkisiyle, etik kuralların kaynağının Tanrı buyruğu değil, insan aklının bizzat kendisi olduğu, aydın insanlar nezdinde apaçık ortaya çıkmıştır. Modern insan, “Tanrı buyruğu” gerekçesini artık geçerli saymamakta, onun yerine zihninde kabul görecek bir gerekçe istemektedir. Bir gerekçenin güvenilir olması, onun anlaşılır olması şartına bağlanmıştır.
İnsanlığın günümüzde, insan aklının tabiatı konusunda elde ettiği kazanımlar sayesinde, etik kuralların, dinin vesayetine ihtiyacı kalmamıştır. Hatta, dinin, modern toplumlarda ayakta durabilmesi için insan temelli etiğe ihtiyacı vardır. Bir din adamı, kitleleri etik davranışlara davet ederken, etik kuralların Tanrı’dan nasıl kaynaklandığını açıklamak yerine, bu kuralların nasıl kendi öz varlığımızdan geldiğini, aklın doğasına uygun hareket etmekle, kendimizden beklenen eylemleri yerine getirmiş olduğumuzu belirtmelidir.
Etik bilinç ve kurallar, Tanrı katından indirilip insanın kendi özvarlığına döndürülünce, her insanın etik kurallar bilinci ve erdemleri kazanma potansiyeli eşit bir seviyeye gelir. Hiç bir bireyin, ilahi lütuf bazında, daha ahlaklı olma ayrıcalığı yoktur.
Din eğitiminde etik bilinci güçlendirmek adına, genç nesillere anlatılan peygamberlerin ve diğer din büyüklerinin davranışları ve yaşam biçimleri, gençlerde, benzer davranış şekillerini, aynen taklit etmek eğilimini yaratmaktadır. Etiğin bu şekilde verilmesi, etik bilinci, bazı davranış kalıplarına sıkıştırarak, bir taklit etiğine yol açmaktadır. Etik eylem taklitle gerçekleşmeyeceğinden, ancak bireyin özgürce, içinden gelen ödev bilinciyle mümkün olduğundan, bir insan, başka bir insanın bir etik tavrını, yalnız görünen yönlerinin aynısını icra etmekle, etik bir davranış sergilemiş olmaz. Bir bireyin başka bir bireyin etik değer taşıyan tavrından yararlanma yolu, kendisinde, etik kurala yönelmeyi sağlamasıdır. Yani o davranışı yapan kişi, hangi etik kuralı uygulamışsa, bu ikinci şahısta, zaten varolan bu kuralın, harekete geçmesine yardımcı olmalıdır.
Din merkezli dünya görüşünde, dünya ve dünyevi nimetler, pek tavsiye edilmediğinden ve hatta hor görüldüğünden, dindar kişinin dünya işlerinde fazla hırslı ve arzulu olması da tavsiye edilmez. Arzuların ve ihtirasın kısıtlanması istenir. Halbuki madde esaslı modern zihniyette arzu ve hırs teşvik edilir. Çünkü ancak bu sayede doğa değişime uğrar ve dolayısıyle, bilim ve teknoloji gelişir.
Ahlak kurallarının ve erdemlerinin yeni vasisi, asıl sahibi olan beşeri şuurdur. Şuurda, öz malımız olan, ahlakın temel kurallarının yerini farkedip, duyarlılığımızı sistemli bir şekilde artırarak, etik kişiliğimizi devam ettirebiliriz. İnanç sistemleri, Tanrı kavramını taşıyamadıkları gibi, etik eylemler için de doyurucu gerekçeler sunamamaktadırlar.
Şimdi, günümüzde, dünyadaki tüm yaşayan kültürleri etkisi altına alan Batı dünya görüşü, insan merkezli olduğundan ve temel değerler sistemi ilahi bir kaynağa dayanmadığından, Sünni İslam dünya görüşü ile tamamen zıt bir karakter taşır. Batı dünyasından yaşantımıza giren bilim, teknoloji ve bazı pratikler, Sünni İslami dünya görüşünde meşruiyet kazanmak durumundadır. Kültürümüz henüz dinden bağımsız bir meşruiyet alanına sahip olmadığından, Batı'dan kültürümüze aktarılan yabancı unsurlar, yeniden değerlendirilerek yaşantımıza geçer. Bu durum, kültürel alışverişi zorlaştırdığı gibi, asıl bilgi ve değer üreten seküler zihniyetin, kültürümüzde yer almasını imkansızlaştırır. Nitekim Osmanlı döneminde başlayan, yaklaşık yüzelli yıllık batılılaşma stratejisinin başarısız olmasında bu gerçek yatar. Kültürel ögelerin alışverişinde asıl zorluk, iki dünya görüşünün birbirinden tamamen farklı olmasıdır.
İnsanı inançının merkezi yapan Aleviliğin etik değerleri, “eline, diline, beline hakim ol” diye özetlediğimiz edebi ise “Tanrı buyruğu” yerine aklı inançına koyarak, zihninde kabul görecek bir gerekçe istemektedir.