FUZULÎ

KUL HİMMET
1 Mayıs 2014
SEYYİD NESİMÎ
4 Mayıs 2014

FUZULÎ
(16cı yüzyıl)

Yaşamı üzerine bildiklerimiz çok azdır. Kimi kaynaklarda rastlanan bilgilerse ya söylentiye dayanmaktadır ya da çelişkilerle doludur. Nerede, ne zaman doğduğu bilinmiyor. Mehmet Fuat Köprülü, Hille’de doğmuş olabileceğini akla daha yakın bulmaktadır. Muhtemelen doğumu 1480 çıvarında Bağdat yakınlarında Hille’de, ölümü ise muhtemelen Kerbela’da, 1556 dadır. Asıl adının Mehmet, babasının ise Süleyman adlı biri olduğu söylentisi ise kendisinin gerek Farsça divanında, gerekse Hadikatü’s-Süeda’da ana dilinin Türkçe olduğunu söylemesiyle doğrulanıyor. Şiirde 'Fuzûlî' adını, böyle bir takma adı kimsenin beğenmeyeceğini düşündüğünden kullandığını, Farsça Divan'ının girişinde açıklar. Ama 'işe yaramayan', 'gereksiz' gibi anlamlara gelen 'fuzûlî' sözcüğü aynı zamanda Fazl’ın coğulu olan fuzûl’den gelerek yerine göre fazla, üstünlük, iyilik, erdem manasını da ifade eder. Onun bu iki kaşıt anlamdan yararlanmak amacını güttüğünü ileri sürülür.
Çocukluğu ve gençliği nerede geçmiştir, kimlerden ders almıştır, o da karanlık. Ama yapıtlarında rastlanan felsefe, tıp, din bilimleriyle ilgili bilgiler göz önünde tutulursa, çok iyi bir öğrenim yaptığı kesindir.
Şah İsmail’in 1508’de Bağdat’ı fethetmesinden sonra Bağdat’ta bulunduğu, Şah İsmail adına yazdığı Beng ü Bâde mesnevisinden anlaşılıyor. Ayrıca bir kasidesinden Bağdat’ta Safevi valisi olan Kürt reisi İbrahim Han tarafından korunduğu da bilinenler arasındadır. Ama İbrahim Han ölünce (1527) Hille’ye çekilmiş, Safevi büyükleri arasında başka bir koruyucu bulamamıştır. Kanuni’nin Bağdat’ı fethedişine kadar (1534), Fuzulî’nin nasıl bir yaşam sürdüğü bütünüyle karanlıktır. Kanuni Bağdat’ı alınca “Geldi burc-i evliyaya padişah-i nâmdâr” (H.941) tarihini taşıyan dizenin bulunduğu kasideyi padişaha sunmuş, ayrıca ileri gelen devlet adamları için de kasideler yazmıştı. Bütün yaşamı Hille, Kerbelâ ve Bağdat çevresinde geçmiştir. Sıkıntılarla ve geçim zorluklarıyla dolu bir yaşam sürdüğü, “Diyar-ı Rumu gözet terk-i hâk-i Bağdat et” demesine karşın Irak bölgesinden ayrılamadığı kendisinin verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır. Hangi tarihte öldüğü bilinmekle birlikte öldüğü ve mezarının bulunduğu yer de söylentilere dayanmaktadır. Irak’ta görülen bir veba salgını sırasında (H.963) ölmüştür. Bugün, Kerbelâ’da Meşhed-i Hüseyin yanındaki türbenin ona ait olduğunu kesinlikle ileri sürmek mümkün değildir. Türbe bir Bektaşi tekkesindedir ve Bektaşi geleneğinin bu türbeyi ona mal etmesi bize yol gösteriricidir. Bugün artık Fuzulî’nin Alevi-Bektaşî yoluna bağlı olduğu ve Ulu ozanlarımızdan biri olduğu, pek tartışılamayacak bir biçimde kanıtlanmıştır.

Devamını Okumak için Alttaki Butona Tıklayın

Devamını Oku

Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre “Fuzulî, şiiri sadece kalbe ait bir macera telakki eder ve ıztırabı şair için yaşanacak tek iklim gibi görür.”
Menim tek hiç kim zâr ü perişân olmasun yâ Rab
Esir-i derd-i aşk ü dağ-i hicrân olmasun ya Rab
...beyti Tanpınar’ı doğrular. Böylece “onda her şey kendiliğinden ben’in etrafında toplanır ve oradan hareket ederek dünyasını yakalar.” Aşkının çeşidi ne olursa olsun, şiirleriyle yarattığı dünya, hatta ünlü “Leyla ve Mecnun” mesnevisi biraz da kendi öyküsüdür.

Mende Mecnûndan füzûn âşıklık istidâdı var
Âşık-ı zadık menem Mecnûnun ancak âdı var

...derken kuşkusuz bunu anlatmak istiyordu. Çoşkunluğunu besleyen acı, zevk veriyordu ona. Şu beyitleri okuduktan sonra onu yaşatanın acı çekmekten zevk duyma olduğunu düşünmemek mümkün değildir:

Cân ü ten oldukça benden derd ü gam eksik değil
Çıksa cân hâk olsa ten ne can gerek ne ten bana

Aşk derdinin devâsı kabil-i dermân değil
Terk-i cân derler bu derdin muteber dermânına

Bu beyitler bizi, aynı zamanda, onun ölüm karşısındaki tavrına götürür. Bir kurtuluş gibi gösterdiği ölümü hiçbir zaman istemez. Ama onun yaşamın karşıtı olduğunu, kendisini bir gölge gibi izlediğini bilir. Çünkü onun şiiri duygusal planda nasıl Mecnun’la, Kerbelâ şehidi Hüseyin’e bağlanırsa düşünsel açıdan da tasavvufla beslenir. Sıkıntı, acı, ayrılık, tokgözlülük, yoksulluk gözyaşı, dövünme ve dünya nimetlerinden sıyrılma düşüncesi. Bütün bunlara bir de yalnızlık psikolojisi eklenir:

Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perişânındadır
Kande olsam ey peri gönlüm senin yanındadır

Diyâr-ı hecrde seyl-i sitemden oldu harap
Fezâ-yı aşkta abâd gördüğün gönlüm

Ey Fuzulî akıdup seyl-i sirişk ağlayalı
Aşk ehline figân etmeği kanun ettin

Cife-i dünya değil ger kes gibi matlubumuz
Bir bölük ankâlarız Kaf-ı kanaat bekleriz

Kıldı zülfün tek perişân hâlimi hâlin senin
Bir gün ey bîdert sormazsın nedir halin senin

Böylece, “Fuzulî’de ıztırapla ve insan kaderiyle dorudan doğruya temas ederiz. Çünkü onun lügati, fakirlik ve ıztırabın etrafında döner ve aynası, yalnızlığın aynasıdır.” Unutulmamalıdır ki Fuzulî, sarayın havasım değil, toplumsal kargaşanın sürüp gittiği, ekonomik bir çöküntünün egemen olduğu Irak’ın havasını soluyor, Hüseyin’in anısının eksilmeksizin sürdüğü topraklarda yaşıyordu. Mersiyelerindeki acı ve yakınma, kasidelerindeki övgü ve başka nasıl açıklanabilir.
O Kanuni için,

Geldi burc-i evliyâya padişah-ı nâmdâr
Rûşen etti adiden her gûşesinde bin çerâğ

...derken, salt kendisinin değil, bütün bir halkın kaderinin değişeceğine inanıyordu. “Ben” sözcüğünün neredeyse her beyitte karşımıza çıkması, şairin bireysel bir tavra büründüğünü göstermez. Tersine onun ben’i, ortak bir kaderin yansıdığı toplumsal psikolojinin bileşkesidir:

Perişân hâlin oldum sormadın hâl-i perişânım
Gamından derde düştüm kılmadın tedbir-i dermânım
Ne dersin rüzgârım böyle mi geçsün güzel cânım
Gözüm cânım efendim sevdiğim devlet ü sultânım

...derken kendi perişanlığını yansıtır belki. Ama yüzyıllar ötesinden bugüne seslenebilmesi, genelde insanın hissettiklerini bir yanından yakaladığını gösterir.
Hayatı yoksulluk, bahtsızlık ve ilgisizlik içinde geçmiştir. Bu durum onu derinden etkilemiş ve bu yalnızlık duygusu sanatının ilham kaynağı olmuştur. Yaşadığı ortamı şiirine yansıtmıştır.
Fuzuli şiirlerinde Tek Varlık görüşünü en fazla işleyen şairdir. Onda Allah'a kavuşma isteği kuvvetlidir. Ama vuslat yoktur. Tasavvuf onda yaşı ve sanatı ilerledikçe koyulaşmıştır. Divan edebiyatında ilah-i aşkı en fazla işleyen şairdir. Bu durum ondaki ideal aşkı gösterir. Fuzuli derdi, ıstırabı seven bir kişidir. Nitekim şu beyiti bunu açıkça gösterir.

Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakım zehri dermanındadır

Fuzuli derin ve samimi bir aşk şairidir. Ölüm, toplum, yoksulluk, felsefe, tabiat temalarını hep bu aşk etrafında yazmıştır.
Türkçe divanının önsözünde, "Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir." demektedir.
Türkçe divanındaki şiirlerini Azeri lehçesinde yazmıştır. Aynı zamanda Arapça ve Farsça divanlarından bu dilleri de çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Eserlerinde kullandığı dil dönemindeki divan şairlerine göre daha sade, anlaşılır bir Türkçedir. Halk deyişlerinden bolca yararlanmıştır. Şikayetnâme Fuzuli'nin en önemli eserlerinden biridir. Şikayetnamesinde Fuzuli şöyle der:

Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar.
Hüküm gösterdim faydasızdır diye mültefit olmadılar

Bedensel zevklerden ziyade tasavvufi bir aşk, ehlibeyte duyulan özlem, ayrılık acısı şiirlerinin konusunu teşkil etmiştir. Duygu ve düşüncelerini çok içten bir şekilde ifade etmeyi kolayca başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Türk şiirinde karşılaştırılabileceği tek şair Yunus Emre'dir.
Fuzûlî özellikle, peygamber ve ehlibeyit âşığıdır. Ondaki bu aşk, divanının her şiirinde, beytinde, mısraında ve kelimesinde bütün açıklığıyla görülür ve okuyucusunu kalbinden yakalayarak içine alıp kendi ruh dünyasıyla özdeşleştirir. Gazellerini çoğunlukla naat (Peygamberi övmek veya yalvarmak) şeklinde yazmıştır. Özellikle, Muhammed’in “iki gözüm” diye sevdiği, kucağında, omzunda taşıdığı, ona bakarken içinin titrediği, küçükken sakalını çeken sevgili torunu Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmiş olması; Kerbela’da yaşayan Fuzûlî’nin bu toprakları mukaddes olarak telakki etmesini sağlamıştır. Şiirlerinin birçoğunda Hüseyin’in şehit edilmesine sıklıkla gönderme yapmıştır. Hadikatü’s-Süedâ isimli eserinde ise bu olaya daha geniş bir yer ayırmıştır. Fuzûlî’de, Kerbela olgusunu, Hz. Hüseyin ile yol arkadaşlarının yaşadığı zulmü ve acımasızlığın sebep olduğu acıyı, tüm açıklığıyla görüyor ve yaşıyoruz. Fuzûlî, güneşin her gün doğuşunu öyle benzersiz bir ifadeyle izah eder ki, kendinizi çöl güneşi altında zifirî karanlıkta hissedersiniz: “Her gün doğan güneş, zannetmeyin ki dünyayı aydınlatmaya geliyor” diyerek; parlayan bir
güneş altında bile insanın karanlıkta kalabileceğine işaret etmektedir. Fuzûlî’nin Kerbela’sında “Güneş doğarken her doğuşta, Hz. Hüseyin için kan ağlıyor.” Güneş evreni aydınlatmak üzere Kerbela üzerine doğmadan önce, gökyüzünde oluşturduğu şafak kızıllığıyla âdeta Hz. Hüseyin için kanlı gözyaşları dökmektedir. Bu tasvir ediş, varlık âlemi var oldukça yaşayacak ve insanlık için bir ibret abidesi olmaya devam edecektir.
Bir başka şiirinde Fuzûlî; “Ali’nin, Hüseyn’in haremlerini ziyaret ettin de gözün aydınlandı. Tanrı seni bu suretle yüceltti. Ne mutlu, seninle buluşana; çünkü gerçekten de seni ziyaret eden Ali’yle Hüseyn’i ziyaret etmiş olur” demektedir.4 Kerbelâ olayı ve Hz. Hüseyin’in şehit olması, Fuzûlî’de öyle derin bir sarsıntı yaratır ki, ölürken “Vasiyetin var mı?” diye soranlara, “Beni Hz. Hüseyin’in kabrinin giriş kapısına gömün; her gelen geçen beni çiğneyerek geçsin, ben de ancak o şekilde teselli bulayım” der. Fuzûlî’yi Fuzûlî yapan aşk, ehlibeyit aşkıdır!
Fuzûlî’nin en meşhur naatı, tartışmasız “Su Kasidesi” diye bilinen “Kaside Der-Na’t-ı Hazret-i Nebevî”dir. Bu kasidesinde Fuzûlî, o döneme kadar rastlanmayan ve Kerbela’da saltanat inşacılarının bir cezalandırma aracı olarak kullandıkları, “su” motifini kullanmış, edebiyatımızın bir kazanımı olarak ebedileştirmiştir... Aslında hayat için en temel içecek olan suyun Türk tasavvuf kültüründe ve kâinatın varoluş hakikatine dair evrensel düşünce tarihlerinde de önemli bir yeri vardır. Zira su, ateş, hava, toprak gibi dört ana unsurdur (anâsır-ı erbaa’dandır). Ancak su, Fuzûlî’nin hayatında çok daha derin sonu çileyle örülmüş bir anlam taşımaktadır. Fuzûlî, Kerbela topraklarının her bir karışını adımlayarak, bu topraklarda kendisini masum resul torunlarıyla özdeş kılarak yaşamıştır. O, bu toprakların bütün susuzluğunu -susuz bırakılmışlığını- zorluklarını, sıkıntılarını çekmiş bir şair; insanlığın şiiri olan şair bir abidedir. “Şiir, alnı vahiy ve kıyamet günü ürpertisiyle aşılı hakikatlerden yanadır; şeytanın dil sürçmesi değildir, şiir; o özgürlüğü sever; ama bu özgürlük, ‘iğva’nın (doğru yoldan saptırmak) ve ‘iğfal’in (baştan çıkarma) özgürlüğü değildir.”
Hadîkatü's-Suadâ

Hadîkatü's-Suadâ Yâ Rab reh-i aşkında beni şeydâ kıl
Ahkâm-ı ibâdâtı bana icrâ kıl
Nezzâre-i sun'unda gözüm bînâ kıl
Evsâf-ı Habîbinde dilim gûyâ kıl

Bu ve aşağıdaki mersiyeler, Fuzûlî'nin meşhûr İranlı şâir Hüseyin Vâiz’in "Ravzatü’ş-Şühedâ" adlı eserine nazîre olarak yazdığı "Hadîkatü’s-Su'adâ" nâmındaki eserinden alınmışdır ki bu eser "Kerbelâ Fâciası"nı hikâye eden eserlerin içinde yüzyıllardır en çok okunanıdır...Eser, dilindeki sâdelik, akıcılık ve ifâdelerdeki samîmiyyet sebebi ile okuyanlar üzerinde en çok tesir bırakan kitaplardandır...Bu eser, Türk edebiyatında "maktel" (ünlü ölüler için yazılan şiirler) türünün bir şâheseri olup aynı zamanda Türkçe nesrin de önde gelen örnekleri arasındadır...Türkiye ve dünya kütüphânelerinde birçok yazma nüshası bulunan bu eser, birçok defa yayınlanmışdır...
1
Mâh-ı Muharrem oldu şafakdan çıkup hilâl
Kılmış 'azâ döküp yüze hûn-birle eşk-i âl

Evlâd-ı Mustafâ’ya meded kılmamış Fırât
Geçirmesin mi yerlere anı bu infi’âl

Çokdur hikâyet-i elem-i Şâh-ı Kerbelâ
Elbette çok hikâyet olur mûcib-i melâl

İbretle bak gam-ı şühedâ şerhin etmeğe
Her sebze Kerbelâ’da açupdur zebân-ı hâl

Tecdîd-i mâtem-i şühedâ kıldı rûzgâr
Zâr ağla ey gönül bugün oldukça ihtimâl

Meydân-ı çarhı cilve-geh-i dûd-i âh kıl
Gerdûn-i dûnu gûne-i mâtem-siyâh kıl

2 Mâh-ı Muharrem oldu meserret harâmdır
Mâtem bugün şerî’ate bir ihtirâmdır

Tecdîd-i mâtem-i şühedâ nef’siz değil
Gaflet-sarây-ı dehrde tenbîh-i 'âmmdur

Gavgâ-yı Kerbelâ haberin sehl sanma kim
Naks-ı vefâ-yı dehre delîl-i tâmmdır

Her zerre eşk kim dökülür zikr-i âl ile
Seyyâre-i sipihr-i 'ulüvv-i makâmdır

Her medd-i âh kim çekilir Ehl-i Beyt için
Miftâh-ı bâb-ı ravza-i dârüs’s-selâmdır

Şâd olmasun bu vâkı’adan şâd olan gönül
Bir dem belâ vü gussadan âzâd olan gönül

3 Tedbîr-i katl-i Âl-i Abâ kıldın ey felek
Fikr-i galat hayâl-i hatâ kıldın ey felek

Berk-ı sehâb-ı hâdiseden tîgler çekip
Bir bir havâle-i şühedâ kıldın ey felek

İsmet-i harem-serâsına hürmet revâ iken
Pâ-mâl-ı hasm-ı bî-ser ü pâ kıldın ey felek

Sahrâ-yı Kerbelâ’da olan teşne leblere
Rîk-i revân ü seyl-i belâ kıldın ey felek

Tahfîf-i kadr-i şer’den endîşe kılmayup
Evlâd-ı Mustafâ’ya cefâ kıldın ey felek

Bir rahm kılmadun ciğeri kân olanlara
Gurbetde rûzgârı perîşân olanlara

4 Basdıkda Kerbelâ’ya kadem Şâh-ı Kerbelâ
Oldu nişân-ı tîr-i sitem-i Şâh-ı Kerbelâ

Düşmen okuna gayr siper görmeyüp revâ
Yakmışdı câna dâg-ı elem-i Şâh-ı Kerbelâ

A’dâ mukâbilinde çekende saff-ı sipâh
Kılmışdı medd-i âhı 'alem-i Şâh-ı Kerbelâ

Dûd-ı dil-i pür-âteş ehl-i nezâreden
Etmişdi perde-dâr-ı harem-i Şâh-ı Kerbelâ

Oldukça ömrü râhat-ı dil görmeyip demî
Olmuş hemîşe hem-dem-i gam Şâh-ı Kerbelâ

Yâ Şâh-ı Kerbelâ ne revâ bunca gam sana
Derd-i demâdem ü elem-i dembedem sana

5 Ey derd-perver-i elem-i Kerbelâ Hüseyn
V’ey Kerbelâ belâlarına mübtelâ Hüseyn

Gam pâre pâre bağrını yandırdı dâğ ile
Ey lâle-i hadîka-i Âl-i 'Abâ Hüseyn

Tîğ-i cefâ ile bedenin oldu çâkiçâk
Ey bûstân-ı sebze-i tîğ-i cefâ Hüseyn

Yakdı vücûdunu gam-ı zulmet-sarây-ı dehr
Ey şem’-i bezm-i bâr-geh-i Kibriyâ Hüseyn

Devr-i felek içirdi sana kâse kâse kân
Ey teşne-i harâret-i berk-i belâ Hüseyn

Yâd et Fuzûlî Âl-i 'Abâ hâlin eyle âh
Kim berk-ı âh ile yakılır hırmen-i günâh

Fuzûlî’nin Mersiye-i İmam Hüseyn’inden Bir Bölüm

Ey derd-perver-i elem-i Kerbelâ Hüseyn
Vây Kerbelâ belâlarına mübtelâ Hüseyn

Gam pâre pâre bağrunı yandurdı dâğ ile
Ey lâle-i hadîka-i Âl-i Abâ Hüseyn

Tîğ-i cefâ ile bedenün oldı çâk çâk
Ey bûsitân-ı sebze-i tîğ-i cefâ Hüseyn

Yakdı vücûdunı gam-ı zulmet-serây-ı dehr
Ey şem‘-i bezm-i bâr-geh-i Kibriyâ Hüseyn

Dövr-i felek içürdi sana kâse kâse kan
Ey teşne-i harâret-i berk-i belâ Hüseyn

Yâd it Fuzûlî âl-i Abâ hâlin, eyle âh
Kim, berk-i âh ile yakılur hirmen-i günâh

Fakat bu dil kudretinin kendisini en iyi gösterdiği manzume şüphesiz ki Âl-î Abâ mersiyesi'dir. Daha birinci mısraından itibaren Fuzûlî bize kendi sesini kabul ettirir. Üçüncü parçada ise, sanatının en yüksek noktasındadır :

Tedbir-i katl-i Âl-i abâ kıldın ey felek
Fikr-i galat hayal-i hatâ kıldın ey felek
Berk-i sahâb-ı hadiseden tığlar çeküp
Bir bir havale-i şühedâ kıldın ey felek
Bir rahm kılmadın ciğeri kan olanlara
Gurbette rûzigârı perîşân olanlara

Fuzulî İran şiirinden Hafız, Türk şiirinden ise Nesimi ve Nevai çizgisini en başarılı şekilde kemale erdirmiştir. Kendisinden sonra gelen bütün divan şairlerini etkilemiştir.
Yılda bir kurban keser halk-ı âlem ıyd içün,
Dem be dem saat be saat men senün kurbanınam.