Devamını Oku
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre “Fuzulî, şiiri sadece kalbe ait bir macera telakki eder ve ıztırabı şair için yaşanacak tek iklim gibi görür.”
Menim tek hiç kim zâr ü perişân olmasun yâ Rab
Esir-i derd-i aşk ü dağ-i hicrân olmasun ya Rab
...beyti Tanpınar’ı doğrular. Böylece “onda her şey kendiliğinden ben’in etrafında toplanır ve oradan hareket ederek dünyasını yakalar.” Aşkının çeşidi ne olursa olsun, şiirleriyle yarattığı dünya, hatta ünlü “Leyla ve Mecnun” mesnevisi biraz da kendi öyküsüdür.
Mende Mecnûndan füzûn âşıklık istidâdı var
Âşık-ı zadık menem Mecnûnun ancak âdı var
...derken kuşkusuz bunu anlatmak istiyordu. Çoşkunluğunu besleyen acı, zevk veriyordu ona. Şu beyitleri okuduktan sonra onu yaşatanın acı çekmekten zevk duyma olduğunu düşünmemek mümkün değildir:
Cân ü ten oldukça benden derd ü gam eksik değil
Çıksa cân hâk olsa ten ne can gerek ne ten bana
Aşk derdinin devâsı kabil-i dermân değil
Terk-i cân derler bu derdin muteber dermânına
Bu beyitler bizi, aynı zamanda, onun ölüm karşısındaki tavrına götürür. Bir kurtuluş gibi gösterdiği ölümü hiçbir zaman istemez. Ama onun yaşamın karşıtı olduğunu, kendisini bir gölge gibi izlediğini bilir. Çünkü onun şiiri duygusal planda nasıl Mecnun’la, Kerbelâ şehidi Hüseyin’e bağlanırsa düşünsel açıdan da tasavvufla beslenir. Sıkıntı, acı, ayrılık, tokgözlülük, yoksulluk gözyaşı, dövünme ve dünya nimetlerinden sıyrılma düşüncesi. Bütün bunlara bir de yalnızlık psikolojisi eklenir:
Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perişânındadır
Kande olsam ey peri gönlüm senin yanındadır
Diyâr-ı hecrde seyl-i sitemden oldu harap
Fezâ-yı aşkta abâd gördüğün gönlüm
Ey Fuzulî akıdup seyl-i sirişk ağlayalı
Aşk ehline figân etmeği kanun ettin
Cife-i dünya değil ger kes gibi matlubumuz
Bir bölük ankâlarız Kaf-ı kanaat bekleriz
Kıldı zülfün tek perişân hâlimi hâlin senin
Bir gün ey bîdert sormazsın nedir halin senin
Böylece, “Fuzulî’de ıztırapla ve insan kaderiyle dorudan doğruya temas ederiz. Çünkü onun lügati, fakirlik ve ıztırabın etrafında döner ve aynası, yalnızlığın aynasıdır.” Unutulmamalıdır ki Fuzulî, sarayın havasım değil, toplumsal kargaşanın sürüp gittiği, ekonomik bir çöküntünün egemen olduğu Irak’ın havasını soluyor, Hüseyin’in anısının eksilmeksizin sürdüğü topraklarda yaşıyordu. Mersiyelerindeki acı ve yakınma, kasidelerindeki övgü ve başka nasıl açıklanabilir.
O Kanuni için,
Geldi burc-i evliyâya padişah-ı nâmdâr
Rûşen etti adiden her gûşesinde bin çerâğ
...derken, salt kendisinin değil, bütün bir halkın kaderinin değişeceğine inanıyordu. “Ben” sözcüğünün neredeyse her beyitte karşımıza çıkması, şairin bireysel bir tavra büründüğünü göstermez. Tersine onun ben’i, ortak bir kaderin yansıdığı toplumsal psikolojinin bileşkesidir:
Perişân hâlin oldum sormadın hâl-i perişânım
Gamından derde düştüm kılmadın tedbir-i dermânım
Ne dersin rüzgârım böyle mi geçsün güzel cânım
Gözüm cânım efendim sevdiğim devlet ü sultânım
...derken kendi perişanlığını yansıtır belki. Ama yüzyıllar ötesinden bugüne seslenebilmesi, genelde insanın hissettiklerini bir yanından yakaladığını gösterir.
Hayatı yoksulluk, bahtsızlık ve ilgisizlik içinde geçmiştir. Bu durum onu derinden etkilemiş ve bu yalnızlık duygusu sanatının ilham kaynağı olmuştur. Yaşadığı ortamı şiirine yansıtmıştır.
Fuzuli şiirlerinde Tek Varlık görüşünü en fazla işleyen şairdir. Onda Allah'a kavuşma isteği kuvvetlidir. Ama vuslat yoktur. Tasavvuf onda yaşı ve sanatı ilerledikçe koyulaşmıştır. Divan edebiyatında ilah-i aşkı en fazla işleyen şairdir. Bu durum ondaki ideal aşkı gösterir. Fuzuli derdi, ıstırabı seven bir kişidir. Nitekim şu beyiti bunu açıkça gösterir.
Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakım zehri dermanındadır
Fuzuli derin ve samimi bir aşk şairidir. Ölüm, toplum, yoksulluk, felsefe, tabiat temalarını hep bu aşk etrafında yazmıştır.
Türkçe divanının önsözünde, "Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir." demektedir.
Türkçe divanındaki şiirlerini Azeri lehçesinde yazmıştır. Aynı zamanda Arapça ve Farsça divanlarından bu dilleri de çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Eserlerinde kullandığı dil dönemindeki divan şairlerine göre daha sade, anlaşılır bir Türkçedir. Halk deyişlerinden bolca yararlanmıştır. Şikayetnâme Fuzuli'nin en önemli eserlerinden biridir. Şikayetnamesinde Fuzuli şöyle der:
Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar.
Hüküm gösterdim faydasızdır diye mültefit olmadılar
Bedensel zevklerden ziyade tasavvufi bir aşk, ehlibeyte duyulan özlem, ayrılık acısı şiirlerinin konusunu teşkil etmiştir. Duygu ve düşüncelerini çok içten bir şekilde ifade etmeyi kolayca başarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Türk şiirinde karşılaştırılabileceği tek şair Yunus Emre'dir.
Fuzûlî özellikle, peygamber ve ehlibeyit âşığıdır. Ondaki bu aşk, divanının her şiirinde, beytinde, mısraında ve kelimesinde bütün açıklığıyla görülür ve okuyucusunu kalbinden yakalayarak içine alıp kendi ruh dünyasıyla özdeşleştirir. Gazellerini çoğunlukla naat (Peygamberi övmek veya yalvarmak) şeklinde yazmıştır. Özellikle, Muhammed’in “iki gözüm” diye sevdiği, kucağında, omzunda taşıdığı, ona bakarken içinin titrediği, küçükken sakalını çeken sevgili torunu Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmiş olması; Kerbela’da yaşayan Fuzûlî’nin bu toprakları mukaddes olarak telakki etmesini sağlamıştır. Şiirlerinin birçoğunda Hüseyin’in şehit edilmesine sıklıkla gönderme yapmıştır. Hadikatü’s-Süedâ isimli eserinde ise bu olaya daha geniş bir yer ayırmıştır. Fuzûlî’de, Kerbela olgusunu, Hz. Hüseyin ile yol arkadaşlarının yaşadığı zulmü ve acımasızlığın sebep olduğu acıyı, tüm açıklığıyla görüyor ve yaşıyoruz. Fuzûlî, güneşin her gün doğuşunu öyle benzersiz bir ifadeyle izah eder ki, kendinizi çöl güneşi altında zifirî karanlıkta hissedersiniz: “Her gün doğan güneş, zannetmeyin ki dünyayı aydınlatmaya geliyor” diyerek; parlayan bir
güneş altında bile insanın karanlıkta kalabileceğine işaret etmektedir.
Fuzûlî’nin Kerbela’sında “Güneş doğarken her doğuşta, Hz. Hüseyin için kan ağlıyor.” Güneş evreni aydınlatmak üzere Kerbela üzerine doğmadan önce,
gökyüzünde oluşturduğu şafak kızıllığıyla âdeta Hz. Hüseyin için kanlı gözyaşları dökmektedir. Bu tasvir ediş, varlık âlemi var oldukça yaşayacak ve insanlık için bir ibret abidesi olmaya devam edecektir.
Bir başka şiirinde Fuzûlî; “Ali’nin, Hüseyn’in haremlerini ziyaret ettin de gözün aydınlandı. Tanrı seni bu suretle yüceltti. Ne mutlu, seninle buluşana; çünkü
gerçekten de seni ziyaret eden Ali’yle Hüseyn’i ziyaret etmiş olur” demektedir.4
Kerbelâ olayı ve Hz. Hüseyin’in şehit olması, Fuzûlî’de öyle derin bir sarsıntı yaratır ki, ölürken “Vasiyetin var mı?” diye soranlara, “Beni Hz. Hüseyin’in
kabrinin giriş kapısına gömün; her gelen geçen beni çiğneyerek geçsin, ben de ancak o şekilde teselli bulayım” der. Fuzûlî’yi Fuzûlî yapan aşk, ehlibeyit aşkıdır!
Fuzûlî’nin en meşhur naatı, tartışmasız “Su Kasidesi” diye bilinen “Kaside
Der-Na’t-ı Hazret-i Nebevî”dir. Bu kasidesinde Fuzûlî, o döneme kadar rastlanmayan ve Kerbela’da saltanat inşacılarının bir cezalandırma aracı olarak kullandıkları, “su” motifini kullanmış, edebiyatımızın bir kazanımı olarak ebedileştirmiştir... Aslında hayat için en temel içecek olan suyun Türk tasavvuf kültüründe ve kâinatın varoluş hakikatine dair evrensel düşünce tarihlerinde de önemli bir yeri vardır. Zira su, ateş, hava, toprak gibi dört ana unsurdur (anâsır-ı erbaa’dandır). Ancak su, Fuzûlî’nin hayatında çok daha derin sonu çileyle örülmüş bir anlam taşımaktadır. Fuzûlî, Kerbela topraklarının her bir karışını adımlayarak, bu topraklarda kendisini masum resul torunlarıyla özdeş kılarak yaşamıştır. O, bu toprakların bütün susuzluğunu -susuz bırakılmışlığını- zorluklarını, sıkıntılarını çekmiş bir şair; insanlığın şiiri olan şair bir abidedir.
“Şiir, alnı vahiy ve kıyamet günü ürpertisiyle aşılı hakikatlerden yanadır; şeytanın dil sürçmesi değildir, şiir; o özgürlüğü sever; ama bu özgürlük, ‘iğva’nın (doğru yoldan saptırmak) ve ‘iğfal’in (baştan çıkarma) özgürlüğü değildir.”