KUR’AN: ALLAH’IN SÖZÜ

ALEVİLİKTE TASAVVUF ve AŞK İLE ALLAH’TA YOK OLUŞ
3 Mayıs 2021
Alevilik Nasıl Doğdu?
3 Mayıs 2021

KUR'AN: ALLAH'IN SÖZÜ


“Bil ki Ku’ran Âşıktan maşuka bir mektuptur.”
(Hacı Bektaş Veli, Makalat-ı Gaybiyye, s. 20)
“Ey derviş! Bilesin ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır.
Hz.Peygamber’e amel etmek ve elçi olarak halka tebliğ etmek için indirilmiş bir kitaptır.”
(Hacı Bektaş Veli, Makalat-ı Gaybiyye, s. 20)
İçindekiler
Giriş
A- Allah’ın sözü
1- Etimoloji
2- Levh-i mahfuz’ da yazılı olan Ummu-l Kitap
3- Kur’an’ın kültürel kaynakları
4- Diğer Kutsal Kitaplar ve Kur’an
5- İlk sorun: Allah’ın sözünü doğru anlamak
a- Kur’an nedir?
b- Sözlü Kur’an-ı Kerim’den yazılışına geçiş
c- Kur’an-ı Kerim içeriğine yaklaşım
d- Kur’an ayetlerinin tarihselliği
e- Ayetlerin anlamadığımız “manâ”sını bize kim açıklayabilir?
f- İlk Türkçe Kur’an Mealleri ve Türkçe Kuran geleneği
g- Türkçe Kur’an ve Atatürk
6- Alevi-Bektaşi inançında İlahi Kelam Olarak Kur’an
7- Kur’an ve İnsan
8- Kur’an ve Amel

Giriş

Anadolu’da yaşadığımız Aleviliği ve kullandığımız dinsel terimleri anlamak, tanımını tarihi süreç içindeki gelişmeleriyle yapmak, anlatmak ancak temellerinden biri olan Kur’an’ı ve İslamı anlamak ve İslam’ın içinde de Aleviliğin yerini bilmekle mümkündür. İnsanlığı ve manevi alemi şekillendiren temel kitaplardan biri olan Kur'an da diğer temel kitaplar gibi sorgulanabilir ama bunu yapabilmek için ne olduğunu ve ne mâna ifade ettiğini iyi bilmemiz gerekli.

A- Allah’ın sözü

Kur'an, İslam inancına göre Allah’ın sözü kabul edilir. Geleneklere göre Allah, Cebrail adlı bir melek aracılığıyla kendi sözlerini Muhammed’e iletti. Vahiyle gelen âyetler ezberlenenip, mümkün olduğu kadar aslına sadık kalarak muhafaza edilmiş ve tekrar edilelerek hafızalarda kalmış. Uzun zaman sözlü olarak kalır Kur'an ama bazı kişiler zamanın arapçasıyla bir yazıyla çeşitli yerlere yazarlar. Ayetler “Lihaf” (küçük yassı taşlar), “Rıka” (deri, ağaç yaprağı, bir çeşit kâğıt), “Ektaf” (deve ve koyun kemikleri), “Ektab” (ağaç parçası) gibi nesnelere yazılmıştı. Bu yazılar daha ziyade sadece Kur'an'ı ezbere bilen birinin hatırlama mahiyetindeki kendince aldığı notlar gibiydi. Üstelik İbn’el-Nadim ve Buhari gibi güvenilir kaynaklara bakılırsa, Peygamber’e vahyedilmiş bazı ayetler (Şeytan Ayetleri gibi) Allah’ın dilemesi ile Peygamber’in hafızasından silinmişti. Nitekim Bakara Suresi’nin 106. ayetinde “Biz herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da ertelersek), yerine daha hayırlısını veya mislini getiririz. Allah’ın gücünün her şeye hakkıyla yettiğini bilmez misin?” diyordu.
1- Etimoloji

Kuran sözcüğü Arapça 'okudu' anlamındaki qarâ'â (قرأ) sözcüğünün üç harfli mastarıdır. Kuran “okunan şey “veya “ okumak", Kerîm ise "soylu, asil" ve "eli açık, cömert" anlamlarına gelir. Kuran kelimesi, Kur'anın 58 ayetinde geçer. Ayrıca "kur'an" kelimesi kur'anda "okunan, okuyuş, okuma" "ekli, katlı, derli" anlamında da kullanılmıştır. Birkaç misal: "Biz onu, akıl etmeniz için Arapça okunuşla indirdik." (Yusuf Suresi: 2) "Kuranı okuyacağında kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın." (Nahl Suresi: 98) "Kuran okunduğunda/okununca onu işitin de durup düşünün ki merhamet olunasınız" (A'râf Suresi: 204). "Şüphesiz, bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir. " (İsrâ Suresi: 9). "Kuran'dan indirir olduklarımız, inananlara şifa ve rahmettir..." (İsrâ Suresi: 82).

Birçok âyette "el-Kitâb" (türkcesi: yazılı) kelimesinin Kuran anlamında kullanıldığı görülür: "İşbu içinde kuşku olmayan kitap’tır, takva sahipleri için bir yol göstericidir" (Bakara: 1,2). Burada “yazılı” kelimesinin kavramını maddi anlamda yazılı olarak değil türkcede ki “alın yazısı” (arapca maktûb) kavramı gibi tabiat-üstü anlam vermek yani ebediyen var olan ve var olmakta devam edecek bilgi olarak anlamak gerekir (Haç suresi ayet 70 veya Âl-i İmran145. veyahut vahiy anlamında 3. ayetler). Bu son anlamda kitaptan, Allahta var olan fakat insanların ulaşamıyacağı bir “Kitap”tan (“Umm al-Kitâb” Kitabın Annesi) Hz. Muhammed'e vahiy şeklinde inen “el- Kitâp” anlamak gerek. Bu “el-Kitap” a yeryüzünde insanlar ulaşabilir. Bu bakımdan her zaman “el-Kitap” ile mushaf ve sözlü Kur'an ile yazılı Mushaf arasındaki fark aklımızdan çıkarmamak lâzım. Mesela “Bakara suresi 1 ve 2ci ayetlerini alalım: “Elif, lam, mim, dhâlika al-kitâp”. Bu metnin başındaki üç harfın anlamı hâlâ bir muamma. Biz “Dhâlika” kelimesi üzerinde duralım. “Uzakta olan bir şeyi işaret eden” olarak anlayacağımız bu kelimeyle “dhâlika al-kitâp” genellikle işaret edilen “ bu yazılı kitap” olarak tercüme ediliyor. Yani “şu ilerideki kitap” olarak. Halbuki dikkatli bir okuma ve “dhâlika” kelimesinin anlamına değişik bir bakışla bize bu ayeti “O uzaktaki kitap” yani insanların ulaşamayacağı “Umm al-Kitâp” olarak bambaşka bir anlam kazandırır.
Çeşitli ayetlerde Kuran için başka isimler de kullanılmıştır: el-Furkân (Furkân Suresi: 1), ez-Zikr (Hicr Suresi: 9), en-Nûr (Nisâ Suresi: 174), er-Rûh (Şûrâ Suresi: 52) vb.
2- Levh-i mahfuz’ da yazılı olan Ummu-l Kitap

Bütün İbrahimi dinlerde peygamberlere inen vahiylerin, Gök’te “levh-i mahfuz” (muhafaza edilen levha) üzerine yazılı Allah’ın sözleri olduğuna inanılır. 1 2, 3. Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur’an yaptık.
4. Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (Levh-i Mahfuz’da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetlerle doludur.

Demek ki Yüce Allah’ın Muhammed’e vahyettiği Kur’an ve diğer Kutsal Kitaplar “levh-i mahfuz” üzerinde yazılı ana kitapta (Ummu-l Kitap’ta) mevcut. Ama diğer ayetlerden anladığımıza göre Ummu-l Kitap’taki Rabbimin sözleri Kur’an’dan ve diğer Kutsal Kitaplardan çok daha fazladır hatta “tükenmez”dir. Bu Kur’an’ın iki ayetinde açıkca bildirilmiştir:

el- Kehf süresi 109: De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.”

ve Lokman suresi 27: Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

(Diyanet 2011 meali)

Demek ki Kur’an ve diğer Kutsal kitaplar Yüce Allah’ın vahyinin sadece bir kısmı yani Allah’ın insanlara söyleyeceği sözleri daha bitmemiş. Allah’ın vahyi yazmakla tükenmez, sonsuzdur ve süreklidir. Kur’an da söylendiği gibi artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre devam etmekte olan vahiy, peygamberî/nebevî bir vahiy değil, başka türde bir vahiydir. Peki ama bu vahiy bize nasıl bildirilecek ve içeriğini nasıl anlayacağız? Muhammed'e inen ilk beş ayet bize kalemle yazmayı, okumayı öğreten Allah’ın İnsan’a bilmediğini öğreteceğini söylüyor. “Ham ervâh (can, hayâtın cevheri) olarak yaratıldığımızdan bize Kamil İnsan olma Yol’unu” yani İslam’ın iniş amaçını gösteriyor:

“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla! O, insanı “alâk”dan yarattı. Oku! Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Kur’an, Alâk suresi 1-5)

“Okumak, yazmak ve öğrenmek” Tanrının insanoğluna ihsan ettiği en büyük nimet olan aklı kullanmasıdır. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl değil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrının en büyük kutsal kitabı olan evreni/evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edinimi Allah’ın izniyle olmakta, dolayısıyla bu okuyuş, Tanrısal vahyin sürekliliğini ifade etmektedir. İnsanın, evreni ve ondaki yaşamı okumasından bilim ve ilim açığa çıkmaktadır. Bilim ve ilim ise ayette işaret edilen “ Allah’ın tükenmeyen sözleri”dir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime ve ilime uymak, Allah’ın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir.

Daha indirdiği ilk vahiyde insanlara bilmediğini öğreteceğini söyleyen Allah ayrıca Kur’an’da “ Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “ şeklindeki bilim ve ilmin öneminin altını bir daha çiziyor.
3- Kur’an’ın kültürel kaynakları

Kur'an'ın kültürel kaynakları üzerine değişik çalışmalar yapılmış, Kur'an'ın diğer sözlü geleneklerden etkilenip etkilenmediği sorusu ve Kur'an kavramlarının değişik kültür ve geleneklerdeki kökenleri araştırılmıştır. Geleneksel tefsirlerde "Garib ul Kur'an" (veya çoğ. olarak Garaibul Kur'an) olarak ifade edilen, konu antropolojik bakış açısından bilgi ve araştırmaların ilerlemesi ile daha geniş bir boyutta Kur'an tema ve kavramlarının kültürel kaynakları ile ilgili bir çalışma ve sorgulama alanı oluşturmuştur. Konu ile ilk ilgilenen tefsirciler aynı zamanda dilbilimci sıfatları öne çıkan tefsircilerdir.

İslâm dininde iman esasları incelendiğinde Kitaplara, yani Tevrat'a, Zebur'a, İncil'e de iman edildiği, onların Allah katından indirildiğine iman edildiği görülür. Hatta İman esaslarında "Kitaba iman" denmez, "Kitaplara iman" denir. "Ben sadece Kur'an'ın Allah kelamı, kitabı olduğuna inanıyorum, Tevrat'ın, Zebur'un, İncil'in olduğuna inanmıyorum" diyeni İslâm dini dışlar. Bu husus başlı başına bir kültür unsurunu oluşturur. Bunun yanı sıra İslam'da; diğer kutsal kitapların özünü kaybederek tahrif edildiğine, Kur'an'ın ise korunacağına ve tahrif edilemeyeceğine inanılır. İslam'a göre Kur'an kıyamete kadar özgünlüğünü koruyacaktır. Bu gerçekten hareketle olay kültürel olarak değerlendirildiğinde; Kur'ân'da, kendinden önce Allah tarafından indirildiğine inanılan kitaplarda (Tevrat'a, Zebur'da, İncil'de) bulunan benzer ifadelerin olması doğal karşılanır.
4- Diğer Kutsal Kitaplar ve Kur’an

Alevi- Bektaşi geleneğinde Kur’an’a vurgu yapıldığı yerde genellikle diğer kutsal kitaplara da değinilir. Dört Kitabın özünün de bir olduğu söylenir. Bu da yine temelde, “Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O’ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz, apaçık kitaptadır (yazılıdır).” (Sebe’, 34/3) ayetiyle, zerreye varıncaya kadar her şeyin Kur’an’da dürüldüğü fikrinden kaynaklanır. Dolayısıyla Kur’an’ın, diğer ilahi kitapları cemettiğini ifade edilir. Bunu da Hacı Bektaş Veli “Besmele Tefsiri” (s. 27) de Hz. Peygamber’den naklettiği şu hadisle delillendirir: “Ya Muhammed! Gökten inen dört kitapta ne varsa, hepsini toplayıp fatihanın içine koydum. Fatiha da ne varsa, hepsini bismillahirrahmanirrahim içine koydum...”.
Alevi-Bektaşilikte fatiha ve besmelenin ehemmiyetinin temeli de bu hadise dayanır. Hacı Bektaş’ın bu düşüncesini Prof.Dr. Cavit Sunar da şöyle ifade etmiştir: “Bektaşilikte dört kitabı okuyup anlayabilmek çok önemlidir. Bütün “suhuflar” dört kitapta (Zebur, Tevrat, İncil, Furkan ) toplanmış ve bu kitapların aslı da Kur’an’da toplanmış…”
Cavit Sunar’ın da ifade ettiği gibi Hacı Bektaş’a göre Kur’an, Tevrat, Zebur ve İncilin bir özetidir. Fatiha da üç kitabın kendisinde dürüldüğü Kur’an’ın bir özetidir. Allah’ın Rahman ve Rahimliğini ifade eden besmele ise bütün bu dört kitabın özetidir. Aslına bakılırsa O’nun bu düşüncesi, Kur’an’da birçok ayette “Kendinden öncekileri tasdik eden bir kitap…” ( Ali- İmran 3/3-39; Nisa, 4/47; Maide, 5/48; En’am, 6/92) şeklinde ifade edilen ilahi düsturun bir açılımıdır.
Kısaca Kur’an, bütün ilahi kitapların özü, fatiha Kur’an’ın, besmele (Allah’ın Rahman ve Rahimliği) ise bütün bunların hepsinin özüdür.

5- İlk sorun: Allah’ın sözünü doğru anlamak

Tanrın sözünü bu geniş çerçeveye koyduktan sonra tabii olarak Kur’an etrafındaki ilk somut sorun inen bir ayeti anlamadığımızda kim bize mânâsını açıklayacak? Muhammed hayatta oldukca bir sorun yoktu; ama Muhammed’in son peygamber olması ve Hakk’a yürümesiyle Kur’an’daki ayetlerin anlamını açıklama yetkisi kimin olacaktı? Kur’an üzerindeki bu dinsel hakimiyet yani bir “halife” olarak ayetin nasıl anlaşılması gerektiğine karar verme “hakkı ve yetkisi”, siyasî iktidar kadar önemli çünkü toplum üzerinde siyasî hakimiyetin bir “araçı” olarak kullanılabilirdi ve kullanıldı da.
Konuyu en baştan ele alalım: Kur’an nedir ve ayetlerin “manâ”sını anlamada bize kim yardımcı olabilir?

a- Kur’an nedir?

Alevilerin yaklaşımı, Kur’an’ın tamamen Allah’ın “levh-i mahfuz”dan alıp söylediği sözü olduğu, Cebrail vasıtasıyla, yavaş yavaş, ayetlerin ve bölümlerinin Muhammet’in aklına ve diline vahyedildiği ve Allah’ın elçisinin görevinin de bu vahyi insanlara ulaştırmak ve sonrada ne anlama geldiğini izah etmek olduğudur. Kureyşliler, “Ey Muhammed! Senin hakkında yahudilere, hıristiyanlara sorduk, peygamberliğine dair bir haber olmadığını söylediler. Bize senin peygamber olduğuna dair bir şahit göster” demişler ve bunun üzerine şu âyet inmiş:
“ De ki: “Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Allah benimle sizin aranızda şahittir. İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu. Gerçekten siz mi Allah ile beraber başka ilâhlar olduğuna şahitlik ediyorsunuz?” De ki: “Ben şahitlik etmem.” De ki: “O, ancak tek bir ilâhtır ve şüphesiz ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.” (En-âm sureti 19 Diyanet Meali 2011”)
Ve buna ilaveten Bürüç suresi ( Diyanet Meali 2011):
21. Hayır, o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kur’an’dır.
22. O, korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz’da)dır
Daha geniş anlamda Tanrı’nın Peygamberler ve Kutsal Kitaplar hakkında Kur’an’da Hadid suresinde :
“26. Andolsun, biz Nûh’u ve İbrahim’i peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve kitabı onların soylarına da verdik. Onlardan kimi doğru yola ermiştir, ama içlerinden birçoğu da fasık kimselerdir.
27. Sonra bunların peşinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.
28. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve peygamberine iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. 29. Bunları açıkladık ki, kitap ehli, Allah’ın lütfundan hiçbir şeyi kendilerine has kılmaya güçlerinin yetmeyeceğini ve lütfun, Allah’ın elinde olduğunu, onu dilediği kimseye vereceğini bilsinler. Allah, büyük lütuf sahibidir.”
(Diyanet Meali 2011”)

İbn-i Haldun bu konuda (William St. Clair Tisdall’in “Original Sources of the Qur'an” adlı kitabından türkce tercümesiyle iki arapca alıntı) şöyle diyor: “Böylece bilin ki, Kuran Arapça ve Arapların belagatine uygun inmiştir, herkes birçok bölümündeki farklı anlamları ve bunların birbiriyle ilişkisini anlamış ve öğrenmiştir. Gereken koşullar çerçevesinde, bu ayetlerden bazıları Allah’ın Tek olduğu öğretisini ve farizaları açıklamak için, bölüm bölüm ve ayet grupları halinde inmeye devam etti. Bu ayetlerden bazıları imanla ilgili maddeleri, bazıları ise davranış kurallarıyla ilgili emirleri içermektedir.” Aynı yazar başka bir metinde şöyle demektedir: “Senin için bütün bunlar, İlahi kitaplar arasında bunun, aynı sözlerle ve aynı fasıllarla ezbere okunabilecek şekilde Peygamberimize esinlenen Kuran olduğunun kanıtıdır; öte yandan Tevrat, İncil ve diğer bütün Semavi Kitaplar, Peygamberlere, kendilerinden geçtikleri bir zamanda, düşünceler olarak vahiy edilmiş ve peygamberler yeniden sıradan bir insan haline geldiklerinde bunlar, onlara kendi dillerinde açıklanmıştır: Bu nedenle bu kitapta mucizevi hiçbir şey yoktur.”.

b- Sözlü Kur’an-ı Kerim’den yazılışına geçiş

Söylenceye göre İslamın kutsal kitabı Kur’an, Hz.Muhammed’e kırk yaşındayken Cebrail aracılığıyla vahiy yoluyla 610 yılının ramazan ayının Kadir Gecesi’nde Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda indirilmeye başlamıştır. İlk indirilen beş ayet Alak suresinin başında yer alır. Kur’an-ı Kerim, 610 – 632 yıllan arasında, 12 yılı Mekke, 11 yılı da Medine dönemi olmak üzere yaklaşık olarak yirmi üç yıllık sürede, ayetlerler hâlinde indirilerek tamamlanmıştır. İslam’ı kabul edenler bu ayetleri ezberler ve bazılarıda uutmamak için çeşitli malzeme üzeri yazarlardı. Belirli bir zaman sonra bazı kişiler vahiy katipliği görevini üstlendi.
632 de, Ebu Bekir’in halifeliği döneminde, vahiy katibi ve hafız olan Zeyt b. Sabit’e Kur’an ayetlerini derlemek ve “iki kapak arasında toplamak” (Mushaf) görevi verildi. Ancak indiriliş sırasına bakılmadan toplanan ayetlerden oluşan bu ilk Kur’an Mushafı ölene kadar Ebu Bekir’de kaldı, sonra ikinci Halife Ömer’e geçti. O da ölünce, Ömer’in kızı, Peygamber’in eşi Hafsa’ya emanet edildi.
Bu dönemden hiçbir Kur'an tam olarak elimize geçmedi. İbn ebu Davut'a (öl. 929) atfedilen “Kitap al Masahif” sahabeden bazı kişilerin kendi Mushaflarını yaptıkları belirtiliyor. En erken Kur’ân yazımı esnasında, Arap alfabesi, bugün kullanılan 28 harfe karşılık 22 harften oluşmaktaydı. Uzatma, nokta, hareke gibi işaretlerin yer almadığı bu ilk yazımlara daha sonraları ilâve edilen işaretlemelerle okuyuş şekli de (tecvid) yazılı olarak belirlenmiş. Farklı yazım şekillerine sahip farklı Kur’an mushaflarında, ayetlerin anlamları da değişebilmektedir. İbn ebu Davut toplam olarak aralarında ayetlerin ve surelerin sıralanması haricinde bir çok başka farklılıkları olan 28 Mushaftan bahsediyor.
Elimizdeki bilgilere göre 11ci yüzyıla kadar var olan Mushafların en önemlileri şunlar: 1) Salîm ibn Mâqîl'in (ölümü 633) Mushafı
Yammama savaşında (633) şehit olan Salîm ibn Mâqîl Mushafı sözlü ve yazılı ayetleri ilk toplayandır ve “Mushaf” adınıda veren O'dur.
2) Abdullah Ibn Abbas'ın (618-686) Mushafı
Hz. Muhammed'ın amcası Al-Abbas ibn Abd al-Muttalib'in oğlu zamanının en önemli ulemalarından, Tefsir ve Sunna uzmanıdır.
3) Ali ibn ebu Tâlib'in (öl. 661) Mushafı
Ebu Bekir Zeyd'e Mushaf hazırlatmadan önce Ali'nin hazırladığı bir Mushaf. Kısmen bulunduğu iddia edilen ve Alevi-Şii dünyasında bir çok eski eserde bahsedilen ve bahsedilmekte devam edilen Mushaf.
4) Ebu Mûsa al Ach’arî'nin (öl. 662 veya 672) Mushafı
Mekke'nin fethinde ve Tebük savaşında da bulunan sonra Basra ve Kufe valiliği yapan ve Hz. Ali'nin halifeliği sırasında taraftarı olan Ebu Mûsa al Ach’arî'nin de hazırladığı bu Mushaf'dan bir çok eski eserde bahsediliyor.
5) Ubayy ibn Ka’b'ın (öl. 643) Mushafı
Ubayy ibn Ka’b Hz. Muhammed'e, Zeyd ibn Tâbit gibi Kur'an katipliği yapmıştı. Mushafını, Peygamberimizin yol arkadaşlarından destek alarak ve sözlü ve yazılı kaynaklarından faydalanarak ciddi bir çalışmayla topladı. Yaptığı bu çalışma Osman'ın yaptırdığı Mushaf'tan çok farklı bir çalışma. Osman'nın ve diğer halifelerin bu Mushafı yok etmeye çalışmalarına rağmen 10cu yüzyıla kadar kaldığını bir çok kaynakta okuyabiliyoruz. Bu Mushaf'ta 114 suret yerine 116 suret var ve sıralamada oldukca farklı.
6) Abdullah Ibn Mes’ûd'un (öl. 650) Mushafı
En tanınmış Osman karşıtı bir Mushaf. Aynı zamanda hakkında en fazla bilgi var olan Mushaf. Abdullah Ibn Mes’ûd ilk müslümanlardandır. Osman zamanında Kur'anı derleme çalışmasına davet edilmeyince, ezbere bildiği Kur'an'ı, kâtiplere okuyarak yazdırdı. Bütün Orta Çağ'da İbn Mes'ûd'un Kur'an'ının kopyaları ellerdeydi. Bu Kur'an'dan bir çok sure zamanın geleneksel ulemaları tarafında tevsir edilmişti. Bu günkü Kur'an ile surelerin sıralamasında, eşanlamlı kelimelerde diğerinin kullanılması ve bazı ayetlerin başkalarıyla yer değiştirmesi gibi farklılıklar vardır.
936 da hafız İbn Sannabud, İbn Mesud'un Kur'an'ını okumayı bırakmadığı için Bağdat'ta meydanda kırbaçlandı (1962 yayınlanan “‎Bağdat 1200 yıllık tarih” kitabındaki Régis Blachère'in yazısından) ;1007 de ise sünnî şeriat mahkemesi, İbn Mes'ud Mushafı'nın imha edilmesine karar verdi. 15. yüzyıl ilahiyatçısı Suyuti, El İtkan- Fi Ulumil Kuran (kısaca İtkan, Kuran İlimleri Ansiklopedisi) adlı eserinde bu dönemde var olan Mushaflar arasındaki farkları gösteren bir liste yayımlamıştı. Buna göre Ibni Mesud’un Mushafı’nda Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure ile Felak ve Nas Sureleri yoktu. Ali’nin Mushafı’nda surelerin sırası bugünkünden farklıydı. Ayrıca Suyuti kitabında, Bakara Suresi’nin orijinalinde Ahzab Suresi ile aynı uzunlukta olduğunu belirtiyor. Oysa bugün, eldeki ‘resmî’ Kuran’da, Bakara Suresi 286 ayet iken, Ahzab Suresi 73 ayet.

Son senelerdeki araştırmalara göre bugün elimizde bulunun Kur’an’ın aslında Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan (685-705) ve Hicaz sonrada Irak valisi olan ve aynı zamanda şair Haccac ibn Yûsuf tarafından yapılan son değişikliklerle geldiği söyleniyor. Bir çok kaynak, çok güzel şiirleri olan valinin halife Abdulmelik bin Mervan'ın isteği üzerine Kur'an'ın yazılışına müdahale ettiğini yazıyor. Metinde olmayan ve birbirine benzer harfleri ayırt edebilmek için imla işaretleri ve harflerin sesini değiştiren işaretleri ve noktaları ilave ettiği gibi ayetlerin ve surelerin yerini değiştirdiği hatta bazılarını da eklediğini yazıyorlar.
Bugün kütüphane köşelerinde unutulmuş eski elyazmalarının yeniden ele alınması, değerlendirilmesi ve akademik araştırmalar bu ilk İslam dönemi Kur’an’ları hakkında bilgilerimizi genişletiyor ve yeni buluşların devam edeceği izlemi bırakıyor. O günler gelinceye kadar elimizdeki halife Abdülmelik bin Mervan ve Haccac ibn Yûsuf’un arapca işaretlerle son şekillini verdiği Kur’an yazımı bütün İslam dünyası tarafında “uzlaşma” ile kabul edilmiştir.

Not: Bu konuda ayrıntılı bilgiler şimdilik 9 ve 10.cu yüzyıllar arasında yaşamış ve Kur'an'daki tahriflerden bahseden sünni veya şiî ulemalarının aşağıdaki kitaplarında bulunur:
- Sulaym b. Qays (öl. 695):
Büyük ihtimalle eserlerine sonradan 9.cü yüzyıla kadar yapılmış ekler var.
- Kitab al-tanzil wal-tahrif (Tanzil ve Kur'an'da tahrif kitabı);
- Kitab al-qira’at (Kur'an'ın kıraatının, “okunuşu”nun kitabı )
- Al-Husayn b. al-Hakam al-Hibari (öl. 899)
- Tafsir (Kur'an'ın Tefsiri) 3.cü bölüm
- Al-Saffar al-Qummi (9cü yüzyılın ikinci yarısı)
- le Livre des perceptions des degrés (Değişik derecelerin hissedilmesi kitabı) 4cü bölüm.
- Muhammad b. Ya’qub al-Kulayni (10cu yüzyılın birinci yarısı)
- le Livre suffisant (Yeterli Kitap) 5.ci bölüm
c- Kur’an-ı Kerim içeriğine yaklaşım

Alevi öğretisi Hakk'ın Hazreti Muhammet’e Kur’an’ı vahyettiğini ve Kur’an'ın yanında Tevrat, Zebur, İncil’i de dinî inançların kutsal kitabı olarak kabul eder. Alevi olarak Kur’an’ı dünyevi yaşamı tanzim eden bir kanun ve nizam kitabı olarak değerlendirmiyoruz. Kutsal metin olarak Kur'an, Alevi anlayışa göre dış (zahiri) anlamının yanısıra, bir de gizli (batıni) bir iç anlama sahip olup bu Allah’ın Resulü Hz. Muhammed ve Velisi olan imam Ali’ye ve sonra diğer İmamlara (12 İmama) açıklanmıştır.
Kur’an’ın batınî/içsel anlamlarının olduğu savı Kur’an kaynaklıdır. Nitekim Al-i İmran Suresinde 7.ci ayette (Diyanet 2011 meali) şöyle denilmektedir:

7. O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir (anlamı açıktır), onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir (içsel anlamı olandır). ... Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.

İçsel anlamı olan âyetler, manasını ve hakikatini sadece Allah’ın bildiği âyetlerdir. İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın, bu âyetleri bütün yönleriyle anlaması mümkün değildir. İmam Ali ve diğer imamlarla velâyet sahipleri bize bu ayetlerdeki perdelerin kalkmasını sağlar ve sırları anlatabilirler. Bu ve bunun gibi pek çok ayet Alevilerin savlarının dayanağıdır. Bu yaklaşım “tefsir” değil “tevil” önemlidir. Tefsir Kur’an’ın biçimine bağlı kalınarak açıklanması,yorumlanmasıdır. Yani ayet cümlelerinin sözel yönünün açılmasıdır: özüyle, iç yönlüyle bir bağlantısı yoktur. Tevil ise ayet cümlelerini dış görünüşlerinden/anlamlarından kurtarararak özüne/aslına gitmek/çevirmektir. Bir benzetme yaparsak badem ağacında görüp topladığımız meyvesini, sert ve yenmez kısmı olan kabuğunu bir aletle kırıp açınca, meyveyi topladığımızda görünmeyen, kabuğun içinde saklı badem bizim zevkle yiyeceğimiz ve bizi doyuracak meyvenin ta kendisidir. Bâtın da mümini doyuran anlamdır. Kur’an’ın bâtın yorumuna ulaşmakta ancak bir rehber yardımıyla olur; bu rehberde İmamdır ve İmamlar, bu nedenle, Kâmil İnsan olarak “Konuşan Kur’an” (Kur’an-ı Natık)dır. Alevilik, Kur’an’ın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta İmam Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedilebileceğini savunur.
Kur'an'ın el-Kehf (Mağara) suresi 62.ci den 80ninci ayete kadar olan kısımda zahir ile bâtın değişik bir şekilde izah ediliyor. Burada genellikle kabul edilen tevsire göre Musa, Allah’a, kendisinden daha bilgili birinden bilmediklerini öğrenmek istediğini söyler. Allah'ta sevgili kulu ile iki denizin birleştiği yerdeki (Mecme'u'l-Bahreyn) de âb-ı Hayat (ölümsuz yaşam veren Hayat suyu) çeşmesinde buluşmasını söyler. Bir görüşe göre sözü edilen denizlerden biri Zahir alemi diğeri de Bâtın alemidir. Musa’da bilmediklerini öğrenmek için genç bir yakını ile seyahate çıkar. Yanlarına yolda yemek için cansız (tuzlanmış) balık alırlar. Bu balığı bir çesme suyuyla yıkayınca Allah'ın kudreti ile canlanır ve denize sıçrayıp gider. Bu Allah’ın sevdiği kuluyla burada buluşacaklarının işarettidir. Âyette söz konusu edilen kul, çoğunluğun görüşüne göre Hızır’dır. Fakat Kur’an, bu “kul”un kim olduğundan söz etmemiştir. Hızır, Musa’ya bu seyahat sonuna kadar gördükleri hakkında soru sormamayı şart koşar. Fakat Musa verdiği sözü tutamaz ve her gördüğü olaya tepki gösterir. Sonunda Hızır’da ihtarlarına rağmen sözünde duramayan Musa ile seyahatı yarıda keser. Musa'ya gördüğü ve tepki gösterdiği üç olayın dış görünüş perdeleri kaldırarak tamamen farklı olan gerçek manalarını anlatır. 60. Hani Mûsâ, beraberindeki gence şöyle demişti: “İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, ya da uzun zaman gideceğim.” 61. Onlar iki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık denizde yolunu tutup kayıp gitti.
62. Oradan uzaklaştıklarında Mûsâ beraberindeki gence, “Öğle yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük” dedi.
63. Genç, “Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. –Doğrusu onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu- Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti” dedi.
64. Mûsâ: “İşte aradığımız bu idi” dedi. Bunun üzerine tekrar izlerini takip ederek gerisingeri döndüler.
65. Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
66. Mûsâ ona, “Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” dedi.
67. Adam, şöyle dedi: “Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin.”
68. “İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?”
69. Mûsâ, “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim” dedi.
70. O da şöyle dedi: “O hâlde, eğer bana tabi olacaksan, ben sana söylemedikçe hiçbir şey hakkında bana soru sormayacaksın.”
71. Derken yola koyuldular. Nihayet, bir gemiye bindiklerinde (adam) gemiyi deldi. Mûsâ, “Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir iş yaptın.” dedi.
72. Adam, “Sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin, demedim mi?” dedi.
73. Mûsâ, “Unuttuğum için bana çıkışma ve bu işimde bana güçlük çıkarma!” dedi.
74. Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında, adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, “Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş yaptın!” dedi.
75. Adam, “Sana, benimle beraberliğe asla sabredemezsin demedim mi?” dedi.
76. Mûsâ, “Eğer bundan sonra sana bir şey hakkında soru sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme. Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)” dedi.
77. Yine yola koyuldular. Nihayet bir şehir halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Halk onları konuk etmek istemedi. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Adam hemen o duvarı doğrulttu. Mûsâ, “İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın” dedi.
78. Adam, “İşte bu birbirimizden ayrılmamız demektir” dedi. “Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü anlatacağım.”
79. “O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.”
80. “Çocuğa gelince, anası babası mü’min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.”
81. “Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.”
82. “Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”
( Diyanet meali 2011)

Alevi olarak, Kur’an’ın batıni/içsel anlamlarına uymayı ilke edinmişler, zahiri anlamlara boğulan ve dini dar kalıplara hapsedip her türlü gelişmenin önüne engel olarak koyan kimi bağnaz din bilginlerine yüzyıllar boyu karşı çıkmışızdır. Bilindiği gibi bu karşı çıkışlarının bedelini de çok ağır bir biçimde ödemişizdir ve hala da ödemeye devam etmekteyiz. Hallac–ı Mansur’un asılarak idamı, Seyyid Nesimi’nin derisinin yüzülmesi gibi olaylar bunlardan sadece iki misaldir.

Alevi yaklaşımı, Kur’an’ın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta Hz. Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedildiğini/keşfedilebileceğini savunur. Nitekim Hz. Muhammed, Hz. Ali’yi ilim şehrinin kapısı olarak nitelemiş ve ona Kur’an’ı anlamak noktasında en yüksek payeyi vermiştir. Alevi/Bektaşi inancına göre Hz. Ali, Kur’an’ın ta kendisidir. Bugün Kur’an’dan anlaşılan yazılı bir belgedir. Ancak Hz. Ali o yazılı belgenin konuşan, cisimleşmiş halidir. Onun, Kur’an’ın batıni yorumuna olan hakimiyetini ve böylece dinin gerçek boyutunu bir ulu şairlerimiz şöyle dile getirmiştir.

Ali İncil, Ali Tevrat,
Ali Zebur, Ali Kur’an,
Ali Fazl’ur – Rahman, Fazl= karşılık beklenmeden yapılan iyilik
Ali’dir sümme vech’ul-lah.” sümme=sonra ;
(Virânî) vech’ul-lah = Allah’ın yüzü
Bâtınîlik, İslâm tarihinde uzun yıllar boyunca varlığın zahiri ve bâtıni olduğu, esas anlamının da bâtında olduğu yönündeki bir yaklaşıma dayanan düşünme yöntemi olmuştur. Bâtınîliğin etkileri yalnızca dinî sahada sınırlı kalmamış, siyasî, fikrî, askerî, ilmî gibi pek çok alana da yayılmıştır. Zamanla Bâtıni yöntemi kullanan birçok meşrebin ortaya çıkmasıyla da Şiî İslâm’ın en önemli kollarından biri oluşmuştur.
Bâtınîlik kaynaklarda nassların zâhirî mânalarını kabul etmeyen, gerçek anlamları ancak Allah ile ilişki kurabilen “Ma’sûm İmâm”ın bilebileceği temel görüşünü savunan birimlerin ortak adı olarak geçmektedir. “Gizli olmak; bir şeyin iç yüzünü bilmek” anlamındaki batn veya butun kökünden türeyen bâtın kelimesine nisbet ekinin eklenmesiyle oluşmuş bir terimdir. Her zahirin bir bâtını ve her nassın bir te’vili bulunduğunu, bunu da sadece Tanrı tarafından belirlenmiş veya O’nunla ilişki kurmuş ma’sûm bir imâmın bilebileceğini iddia eden gruplar” diye de tarif edilebilir.

d- Kur’an ayetlerinin tarihselliği

Kur’an, ayetlerin bazılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek tarihselliği kabul etmektedir (Tefsirde buna “nesh” yani kaldırmak denir). Üstelik Aleviler Kur’an’ı bir dogma şeklinde görme yanlışına düşmemişlerdir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlaki ve kimi inançsal esaslar, evrensel ve zaman üstü olmakla birlikte hukuksal ve sosyal alanlardaki ayetlerin, indiği dönemde geçerli olduğunu, sonraki zamanlarda yeni koşullarla birlikte yeni hükümlere ulaşılması gerektiğini ve bunun da ancak akılla yapılabileceğini ısrarla savunmuşlardır. Özellikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, cariye hukuku vb. konulardaki ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır.
e- Ayetlerin anlamadığımız “manâ”sını bize kim açıklayabilir?

Allah, Ummu-l Kitap’ta ilahi ilkeleri ve yasaları koyandır; sonra da istediği yasaları seçtiği peygamberlere iletendir. Peygamber bu vahyi insanlara iletendir. İmam ise toplumda uygulanmasını sağlayandır. Demek ki Allah’ın üç ilahi makamı var: - Nübüvvet (Peygamberin, Allah’tan aracısız ya da Cebrail aracılığıyla ilahi vahiy alması);
- Risalet (Peygamberin Allah’tan alınan vahiyi koruyup insanlara tebliğ etmesi); br> Hz. Muhammed, nübüvvet ve risalet makamının yanı sıra, imamet makamına da sahipti. Muhammed hayatta olduğu müddetce Allah'ın buyruğunu müslümanlara iletti, ayetlerin ilk okunuşta açık olmayan veya anlaşılamayan manalarını izah etti ve Kur’an’daki ilkelerin ve yasaların toplumda uygunmasına çalıştı. Aleviler için Allah’ın Kelamı ve vahiyi, Muhammed’in Hakk’a kavuşmasıyla sona ermedi ve Kur'an’da da belirtildiği gibi İmamet ve Velâyetle devam ediyor.

73- Ve (Biz onları) emrimizle hidayete (doğru yola) erdiren imamlar yaptık. Ve Biz onlara hayırlar işlemeyi, salâtı (Bizi içten anıp selamlamayı ve Bize bağlılığı) devam ettirmeyi/ayakta tutmayı, zekâtı (kendi varlığından vaz geçip başkasına) vermeyi vahyettik. Ve onlarda, Bize kul olanlardandı.(Kur’an, 21 Enbiya 73 Diyanet Meali 2011)

İmamlık makamı, Allah’ın bildirdiği emirlerin sürekliliğini sağlamak için vardır ve ayetlerin, hadislerin gizli anlamları imamların açıklamalarıyla anlaşılabilir. Kur’an’ın Bâtinî anlamı yani içsel, gizli, ilk bakışta görünmeyen mânâsı, tek olan gerçeğin kendisidir. Kur’an’ın iç anlamı «imam»ın öğretimiyle ortaya çıkar. İmamın varlığında dile gelen, biçimlenen inançlar, yolun özünü meydana getirir. Yaptığı her şey Tanrı adınadır. Muhammed “Ben ilim şehriysem, Ali ilim şehrinin kapısıdır” diyerek Ali’ye Kur’an’ı anlayan ve anlatan en yüksek payeyi, imamlığı vermiştir. Ayrıca Gadir Hum’da da: “Size paha biçilmez iki şeyi miras bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi... Benden sonra bunlara sarılırsanız asla sapıklığa düşmezsiniz” diyerek Muhammed Kur’an’ın ve Ehl-i Beytin birbirenden ayrılmazlığını ilan etti ve bütün müminlere bu mirası Kevser havuzunun başında buluşacakları güne kadar muhafaza etmelerini buyurdu.
Şia’ya göre dinin en temel esaslarından olan imamet, insanların muhtaç olduğu her şeyi vahiy yoluyla bildiği öne sürülen ve nass ile tayin edilmiş masum imam anlayışına dayanır. Bedâ fikri de bu anlayışın sonuçlarından biridir. Nass ile tayin edildiğine inandıkları imamlarının ansızın ölümü karşısında (İmam Cafer’in oğlu İsmail gibi...) şaşkınlığa düşmeyecekler ve Allah’ın fikir değiştirerek başka birini imam atadığını iddia etmeyeceklerdi. Dolayısıyla bedânın, “imamların Allah tarafından önceden belirlendiği” anlayışıyla ilişkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bedâ sözlükte, zahir olmak, açık olmak, belirmek, bir bilginin yok iken ortaya çıkması, zihinde bir görüş ve düşüncenin belirmesi gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise, Allah’ın belli bir şekilde gerçekleşeceğini haber verdiği bir olayın, iradesinin değişimi sonucunda daha sonra farklı bir şekilde meydana gelmesi olarak tanımlanmıştır. Kısacası bedâ, Allah’ın ilim, irade ve tekvin sıfatlarında meydana gelebilecek değişmeleri içerir.
Bedâ ile birlikte, bazen de eşanlamlı olarak en fazla kullanılan terimlerden biri “nesh”tir. Nesh, bir konu hakkında önceden verilen hükmün geçerliliğinin, daha sonra ortaya çıkan diğer bir nass ile kaldırılmasıdır. Bedâda ise, Allah tarafından önceden verilen bir haberin değiştirilmesi söz konusudur. İlkinde Allah bir hüküm kor, sonra da onu kaldırarak yerine başkasını getirir. İkincisi ve bizim burada ele aldığımız bedâ ise, hükümden ziyade, Allah’ın iradesiyle ilgili kullarına yansıyan haberlerdeki değişmeyi esas alır. Bundan dolayı Şehristanî, bedânın üç değişik anlamı olduğunu söylemiştir. Bunlardan birincisi “ilimde bedâ”dır. İlimde bedâ, Allah’ın bildiğinin tersinin ortaya çıkmasıdır. Ona göre bedânın ikinci anlamı, Allah’ın, isteyip hükmettiği bir şeyi, daha sonra yanlış bularak doğrusunu söylemesidir. Üçüncüsü ise “emirde bedâ”dır. Bu,Allah’ın önce bir şeyi emredip daha sonra bunun zıddına başka bir şeyi emretmesidir. Şehristanî, üçüncü ve son görüşü yorumlarken, “neshi caiz görmeyip bedâ adı altında değişik zamanlarda, farklı emirlerin birbirini ortadan kaldırdığını” iddia eden bu kesimi eleştirmiştir. Bedâyı iddia edenler, genellikle:

39. “Allah dilediğini siler dilediğini de sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır”
(Kur’an Ra’d suresi, Diyanet Meali 2011)

....ayetini delil getirirler.
Allah’ın herhangi bir görüşte bedâ etmesinden dolayı ortaya çıkacak değişiklik, aynı zamanda gelecekte bazı şeyleri tam olarak bilememesi gibi bir zaafın göstergesi şeklinde algılanmaktadır. Bedâ fikri Allah’a isnat edilmediği durumda ise, her şeyin önceden tayin edildiği gibi bir his oluşturmaktadır.

Bir de Tanrı’nın kendisine dost kıldığı ve verdiği ilhamla yaratıcı varlığına kattığı velilik ve ermişlik aşaması olan velâyet makamı vardır.

257. Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. (Kur’an 2 Bakara suresi 257 Diyanet Meali 2011)

Kişinin varacağı son aşama veliliktir. Velayet bir erdem noktasıdır. Veliler yalnız Allah rızasını gözeterek insanlığın kurtuluşuna hizmet ederler. Karşılıksız verdikleri hizmetlerle âleme düzen verirler.

f- İlk Türkçe Kur’an Mealleri ve Türkçe Kuran geleneği

4- “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.
(Kur’an 14 İbrahim suresi 4, Diyanet Meali 2011)

İslamiyet’i sonradan kabul eden toplumlar, bu ayete dayanarak, Kuran’ı kendi dillerinde iyi anlamak ve dinin gereklerini bilinçli olarak yerine getirebilmek için çeviri işlerine giriştiler. Orta Çağ’da İslam’ı benimseyen Türkler kutsal kitabı kendi dillerine çevirmek olmuştu.
Bilinen en eski Türkçe Kuran çevirisi yaklaşık bin yaşındadır ve İngiltere’deki John Rylands kütüphanesinde korunmaktadır.
Kitap üç dilli olup Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve Farsça metinleri de içeriyor. Türkçe ayetlerin dili, Göktürklerin kullandığı eski Türkçeye çok yakın olan Karahanlı Türkçesidir. (Prof. Dr. Aysu Ata, söz konusu Karahanlıca Kuran’ı Latin harflerine aktararak Karahanlıca en eski Türkçe Kuran’ı Türk Dil Kurumunda yayınladı). Devletşah’ın 1333 yılında İran Şiraz’da kopyaladığı Kuran, Türkçenin Oğuz-Kıpçak lehçelerinde yazılmıştır, yazma bugün İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır. 1363 yılında Orta Asya Harezm Türkçesiyle yapılmış bir başka Türkçe Kuran ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonundadır. Özbek Çağatay Türkçesiyle yazılmış 1540’lı yıllara ait Türkçe Kuran yazmaları, hem Topkapı Sarayı’nda hem de Konya Mevlana Müzesi’nde bulunmaktadır. Rus ve Özbek müzelerinde, Orta Çağ’a tarihlenen Doğu Türkçesi ile yazılmış başka çeviriler de vardır.
Kuran bir kitap olarak Osmanlı Türkçesine ilk kez Yıldırım Bayezid döneminde çevrilmişti. Bursa Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan 1401 tarihli el yazması, Osmanlı Türkçesi ile yapılmış bilinen en eski Kuran çevirisidir. Türkçe çeviriler tarih boyunca yapılmakta devam edildi.
Erken Osmanlı döneminde Türkçe besmele “Başladum adıyla Tanrı ta’alanun ki rızk vericidür ve rahmet edicidür” biçiminde söyleniyordu. Yıldırım Bayezid döneminde Fatiha suresinin çevirisi ise şöyle yapılmıştı:
“Şükr cemi âlemleri yaratan Tanrı’ya ki rızk vericidür rahmet edicidür. Din gününün padişahı sanga taparuz ve dahi sanga sığınıruz. Göster bize hidayet tevfikiyle doğru yolı...”
Besmele ve Fatiha suresinin çevirisinden anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde “Tanrı” sözcüğü ile Müslüman Türklerin hiçbir sıkıntısı yoktu. Tanrı sözcüğü, bilindiği gibi Hun ve Göktürk dönemlerinden kalma çok eski Türkçe bir addır. Türkler İslam’a geçtiklerinde bu adı terk etmemiş; gerek Orta Asyalı Ahmet Yesevi, gerekse Anadolulu Yunus Emre, “Tanrı” sözcüğünü içtenlikle kullanmışlardı. Bütün Anadolu beylikleri ve Osmanlı zamanında, Türk dilini kullanan insanlar Kur’an’ın ve İslam’ın ne dediğini türkçe olarak biliyorlar ve inandıkları dini kendi dillerinde ve terimleriyle “anlayarak” yaşıyorlardı. (Sergen Çirkin’in “Türkçe Kuran’ın 1000 yıllık öyküsü”nden).

Latince Kuran ve matbaa
Endülüs gerçeği, Avrupa’nın özellikle de İspanya çevresinin İslam ve Kuran üzerine yoğunlaşmasına neden olmuştu. İngiliz rahip ve diplomat Robert Ketton, 1140’lı yıllarda Kuran’ı ilk kez Latinceye çevirdi.
Matbaanın icadından kısa bir süre sonra, ilk matbu Kuran 1537’de Avrupa’da çıktı. İtalyan matbaacı Paganini, Kuran’ı ilk kez Venedik matbaasında Arapça bastı, ardından Latince baskılar da geldi.

İslam dünyasındaki ilk matbu Kuran ise Osmanlı coğrafyasında verildi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da kurduğu Bulak Matbaası, 1841 yılında bir Türkçe Kuran basarak halkın istifadesine sundu. 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla hız kazanan Türkçe Kuran çalışmaları, erken Cumhuriyet döneminde en parlak günlerini yaşadı.

g- Türkçe Kur’an ve Atatürk Ülkenin çökmekte olduğunu gören Türk aydını, 1912 yılında Türk Ocakları adıyla bir dernek kurmuştu. Türk Ocakları, erken Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün himayesine girmiş ve Cumhuriyetin getirdiği yenilikleri Anadolu’da halka duyuran bir merkez olmuştu. Ocak başkanı Hamdullah Suphi’nin, Ankara Erkek Muallim Mektebi’nde 1923 yılında verdiği “Milliyet Düsturları” adlı konferans, genç Cumhuriyetin ve Ocakların Türkçe İslam konusuna bakışını özetler: “Efendiler! Milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat namını verirler. Bazı Alman müellifleri çok haklı olarak ‘Dinî ıslahat hareketleri milliyet devrinin başlangıcıdır’ diye iddia ederler. Avrupa milletlerinin uyanmasına büyük nisbette yardım eden bu din hareketi, Protestan milletlerin Roma ile alâkalarını kesmeye sebep oldu; mabede anadilleri girdi. Çünkü Cenab-ı Hakkın Latinceyi, Almancadan, İngilizceden daha iyi anladığına veya daha fazla sevdiğine dair bir iddianın gülünç olduğunu anladılar....” Yine bir Türk Ocaklı olan Ziya Gökalp, ünlü eseri Türkçülüğün Esasları’nda şunları söyler: “Dinî Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki dininin hakiki mahiyetini öğrenemez. Hatiblerin, vaizlerin ne söylediklerini anlayamadığı surette de ibadetlerden hiçbir zevk alamaz.

İmam-ı Azam hazretleri, hatta ‘namazdaki surelerin bile millî lisanda okunmasının câiz olduğunu’ beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadetten alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır...”

Cumhuriyet’in ilanını takiben ilk Kuran mealini, 1924’te Cemil Said Bey yapmıştı. Latin harfli ilk Türkçe Kuran ise 1934’te Ömer Rıza Doğrul’un yayımladığı “Tanrı Buyruğu” adlı eseri oldu. Ne var ki bu çalışmaların tamamı özel kişilere aitti.
Meclis, devlet eliyle Türkçe bir meal yapılması kararını aldı. İşte bu karar sonucunda, Elmalılı Hamdi’nin 9 ciltlik ünlü “Hak Dini Kuran Dili” adlı eseri ortaya çıktı. Cumhuriyet, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” istiyordu. Bu yüzden bilimi, sanatı, felsefeyi ve inancı... İnsanı oluşturan her ne varsa, hepsini Türkçeleştirdi. Ana dilinde okuyan ve anlayan uygar bir toplumun temelini attı. Ancak “fikri köle, vicdanı köle, irfanı köle nesiller” yaratmak isteyenler dün olduğu gibi bugün de yaşamın her alanından bunu dışlamak derdindeler...

6- Alevi-Bektaşi inançında İlahi Kelam Olarak Kur’an

Alevi-Bektaşi inançı, İslam bilginlerinin, Kur’an’ın Allah tarafından Peygamber’e indirilen ilahi bir kitap olgusu inancı da aynen devam etmektedir. Hacı Bektaş Veli dervişlerine hitaben “Ey derviş! Bilesin ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır. Hz. Peygamber’e amel etmek ve elçi olarak halka tebliğ etmek için indirilmiş bir kitaptır.” (Hacı Bektaş Veli, Makalat-ı Gaybiyye, s. 20) diyerek “Bil ki Ku’ran Âşıktan maşuka bir mektuptur.” diye devam edip Kur’an’ın, Hz Muhammed’e tebliğ edilip tatbik edilmesi için indirilen ilahi bir kelam olduğunu ve asıl Kur’an algısının mistik bir yaklaşımda yattığını söylüyor. Dünya ve insan anlayışında ve bütün varlıklar arasındaki ilişkide aşkı, sevgiyi esas alan inançta Allah ile insan arasındaki iletişimin bir ifadesi olan vahyi de (Kur’an) bu iletişim biçiminin bir parçası olarak görmektedir. Çünkü Alevi-Bektaşi inancında Tanrı ile insan arasındaki ilişki, efendi-köle ilişkisine değil seven (Allah) sevilen (insan) ilişkisine dayanır. Dolayısıyla Kur’an da Âşıktan maşuka gönderilen ilahi buyruklar bütünüdür. Sünni İslam anlayışında ki korkuya dayalı din ve Allah yerine Alevi-Bektaşilik anlayışında sevgi ve aşk yer alır.
Buna paralel olarak Alevi-Bektaşiler Kur’an’ı ve hatta dört kitabı merhamet unsuru olarak görür. Ve bunu şöyle ifade eder: “Ulu Allah, yüce Kitab’ına Rahman ve Rahim’i koydu. Elbette asilere armağanı ulu dergâhına yaraşır niteliktedir. Kur’an ve dört kitap rahmetle bezenmiştir”(Makalat-ı Gaybiyye, s. 20). Dolayısıyla Kur’an, insanı azapla tehtid eden bir kitap değil, sevgiliden gelen bir müjde mektubudur.

Makalat’ta Hacı Bektaş’ın felsefesinin merkezini oluşturan 4 kapı 40 makamı tamamen ayetlerle süslemiştir. Alemdar Yalçın’ın “Makalat”ı sunuşunda ifade ettiği gibi “Onun kitaplarının (Makalat-ı Gaybiyye) en dikkat çekici yönlerinden biri de yaratan ve yaratılmışla ilgili olarak vermiş olduğu hükümlerin tümünü Kur’an’dan bunu açıklayan bir ayetle desteklemiş olmasıdır…”. Bu 4 kapı ve 40 makamın hepsinin Allah tarafından ifade edilmiş olduğunu, birisi eksik olunca hakikatin tamam olmayacağını ifade eder. Dolayısıya 4 kapı ve 40 makamında her bir ahlaki ilke tamamen Kur’an’a dayandırılmıştır.
7- Kur’an ve İnsan

Alevi-Bektaşi geleneğinde farklı bir Kur’an algısı da vardır. O da insana verilen değerden dolayı insanın “Kur’an-ı Natık” yani konuşan Kur’an olmasıdır.
Çünkü var olan her şeyin ilim ve esrarının Kur’an’da olduğu, Kitab’ın ve kâinatın esrarının ise insanda dürüldüğü ifade edilir. Dolayısıyla kâinatın ve Kuran’ın özü ve özeti olan insan en ulu değerdir. Bu ululuğu da “Makalat” ta (s. 61) şöyle ifade edilir: “Arş ile ferş arasında çok türlü nesneler vardır, lakin adamdan ulusu yoktur.”
Alevi-Bektaşilikte insanın, (Hz. Ali şahsında insanlar) “Kur’an-ı natık olarak algılanması, Allah’ın ve Hz. Peygamber’in dünyada ona biçtiği değerden kaynaklanır. Tanrı’nın sıfatlarının hepsi insanda tecelli etmiş olduğundan insana çok değer verilmiş ve insana Kur’an-ı Natık = Konuşan Kur’an” denmiştir. Kur’an-ı anlamak, evreni keşfetmek ve Tanrı’yı tanımak, Kur’an’ın kendisinde dürüldüğü insanı anlamak ve keşfetmekten geçer. “Kendini bilen rabbini bilir”. Bu “Konuşan Kur’an” düşüncesi, sonraki dönemlerde dört kapı fikrine de uyarlanmış ve farklı yorumlar olmakla birlikte şeriat “Kur’an, Kitap”, tarikat “Konuşan Kur’an pir”, ma’rifet “Kişi kendisi Kur’an olur” ve hakikat’ te ise “Kişi Kur’an-ı yazan olur” şeklinde de yorumlanmıştır.
8- Kur’an ve Amel

Kur’an, ne yalnızca şeklen okunup ezberlenen, ne de İnsanın gönlünde olan bir şey değildir. Aksine kişinin kendisiyle aydınlandığı, rahmet ve izzetinden yararlandığı ve hayatına tatbik ettiği bir inanç ve amel işidir. Kişinin Kur’an’a olan inancı ne ise davranışı da o olmalıdır. Özde (inanç) ve sözde (amel) birliğin vazgeçilmezliğini ortaya koymanın yanında hayata yansımayan bir inancın sorgulanması gerekir. Kur’an’a inanıp onu okuyup, işitip de amel etmemek Tanrı’ya inanmamaktır. Özün (inanç) ve sözün (amel) birliği esastır.